25 Ağustos 2012 Cumartesi

"Hazret" Noktainazarından Kadın

Bu makaleyi Sayın Ahmet Baydar'ın sitesinden, çok hoşuma gittiği için iznine sığınarak alıntılıyorum.

---------------------------------------------------------------------------------------------

Eski efsaneler, kadının yaratılışı konusunda sessiz kalmaktadır. Afrodit, Yunan mitolojisinde aşk ve güzellik tanrıçasıdır. Onun deniz dalgalarının köpüklerinden doğduğunu kaydeden anlatılar, bütün kadınların yaratılışını izah sadedinde değildir. Öyle görünüyor ki Kybele ve benzeri adlarla anılan tanrıça efsaneleri de kadının kökeniyle değil, onun verimliliği ve doğurganlığıyla ilgilidir.

Kadın cinsinin yaratılışı hakkında ilk açıklamayı Eski Ahit dile getirmektedir. Tevrat'a göre, kadın erkeğin yalnızlığını gidermek üzere, onun eğe (kaburga) kemiğinden,[1] ama erkeğe eşit olarak ve onun suretinde yaratılmıştır.[2] Ama Tevrat yine de, erkeği kadına hakim olarak göstermektedir. Çünkü kadın, erkekten alınmış bir parçadır ve ondan sonra gelmektedir.[3]

Yeni Ahit'e göre de, kadınlar, erkekler için yaratıldığından erkekler baştır. Bu nedenle kadınlar, tıpkı Tanrı'ya bağlı oldukları gibi kocalarına bağlı olmalıdırlar.[4] Bununla birlikte erkeğin de ona karşı yükümlülükleri vardır. Mesela bir erkeğin karısını boşaması, yahut bundan sonra bir dulla evlenmesi zina sayılır. En iyisi hiç evlenmeden bekar yaşamalıdır.[5] Bu nedenle bazı Hıristiyan ilahiyatçılar, cinselliği kötü bir unsur olarak telakki etmişlerdir. Bu bakışın sebebi, Cennet'te Havva'nın Adem'e gösterdiği ağacın,[6] kadınla erkek arasındaki cinsî yaklaşmadan kinâye olarak ele alınmasıdır. Bu zihniyet, ruhbanlık anlayışını beslemiş ve üzerine kadının, erkeği baştan çıkartan bir günahkar olduğu yorumu eklenmiştir. Artık diğer bazı düşünürlerin çıkıp da, kadınla nikahlanmayı ve onunla ilişkiye girmeyi zorunlu birer kötülük olarak görmesi hiç de zor olmamıştır. Hatta kimi Azizler, daha da ileri giderek meşru ilişkiyi günah saymışlardır.

Bu durumda bir Hıristiyan için tek çare, dünyayı bekarlar manastırı yapmaya gayret etmektir. Zaten Meryem Ana da bekardır ve çocuğunu cinsi bir ilişkiye girmeden doğurmuştur.

Kur'ân-ı Kerim'e gelince. Kur'ân, kadının da erkeğin de tek bir öz (nefs) den yaratıldıklarını belirtir[7] ve bir insan olması yönüyle de, bir kul olması yönüyle de, kadını erkekten ayırmaz. Bu ikili İslam'da sadece, aile liderliği gibi yetkisel ve miras gibi yöresel-hukuki bazı konularda ayrı tutulmuşlardır. Kadın-erkek arasındaki fıtri alakanın, meşru yollarla cinsel ilişkiye dönüşmesini de Kur'ân, müspet görmüş, hatta evlenmeyi teşvik etmiş, nikahı kolaylaştırmıştır.

Ne var ki kadın-erkek arasındaki alaka, kimi zaman sonu düşünülmeyen, sonuna kadar süren, bir sevgiye dönüşebilmekte ve bu yönüyle, Allah sevgisini tehdit edebilmektedir. İşte bu nedenle Kur'ân, kadın-erkek arasındaki alakayı, diğer bazı meşru sevgiler arasında,[8] gösterirken, zımnen bunun Allah'ı kavuşmayı unutturmaması gerektiği uyarısında da bulunmuştur.[9]

İşte, "Allah sevgisi" ile "kadın sevgisi" arasındaki bu ilişki, Kelam ilminin fonksiyonunu büyük ölçüde Tasavvuf'a devrettiği asırlarda, Müslüman düşünürlerin gündemine oturur. Tasavvuf'un kısmen Kelamileştiği bu dönemlerde[10] Kur'ân dilindeki "sevgi" (hubb) kavramı, yerini başka bir Arapça kelime olan "aşk"a bırakır. Artık edip ve şairler, "Allah sevgisi" yerine, Kur'ân ve hadiste bulunmayan "Allah aşk"ından söz eder. Sofi düşünürler, bütünüyle "kadın aşkı" ile "ilahi aşk" arasındaki benzerliğe yoğunlaşırlar. Şâirler, bütün kadın isimlerini Leyla ile, Allah'ın bütün isimlerini de Mevla ile temsil eden metaforik bir aşkı terennüm etmeye başlarlar. Felsefe rengi almış Kelam'ın ve donmuş Fıkhın seyirci kaldığı bu süreç hız kesmeden günümüze kadar gelir.

Çağdaş bir şairimiz, "Bir de bakalım Leyla köşesinden, aşkın kadın adlı penceresinden" derken "sevgi" çoktan "aşk"a dönüşmüş, ardından "beşeri" ve "ilahi" diye ikiye ayrılmış, bütün kadınlar Leylâ, Tanrı da Mevlâ olmuştur. Bize yüz yıl öncesinden seslenen bir halk şairi de, "Mevlâ'ya şeklen aşık olanlar, surette kâkül-ü Leylâ'yı bilemezler" diyerek, Leylâ'yı anlamayanların, Mevlâ inançlarının da aslında yanlış bir mecrâda seyretmekte olduğunu dile getirmiştir. O kadar ki, Leylâ-Mevlâ ikilisi, kimi zaman iç içe geçer. Bursalı Şâir İsmail Beliğ'in[11] şu beytinde olduğu gibi:


"sakın sen kûy-i cânânı uzak dur
sanma ey mecnûn
seher yola giren âşık
gece leylâda akşamlar"


Burada Leylâ, arkasından aşkı deliliğe varmış bir mecnûnun koştuğu bir kadın mı, yoksa dünyaya gözünü kapatmış bir dervişin benliğini kuşatan Tanrı mı olduğu gayri muayyendir. Bir okuyuşa göre; "Mecnûn! Sen cânânın yurdunu uzaktır sanmayasın, seherde âşık olan, gece Leylâ'da akşamlar" anlamı bulunur. Bu durumda Leylâ bir dilberdir. Başka bir okuyuşa göre ise, "Leylâ" mecazıyla "Mevlâ" ya geçilir ve bu yolun çok çileli olduğuna dikkat çekilir. Beytin anlamı da şöyle olur o zaman: "Mecnûn dikkat edesin ha! Cânânın yurdu uzaktır. Seherde âşık olur olmaz, hemen Leylâ'da akşamlayacağını sanma."

Bu yaklaşımın temelini bulmak için, geriye gitmek, on üçüncü asır Anadolu'suna; Eskişehir'e, inmek gerekir. Burada Yunus Emre, "Leylâ, Leylâ" diyenin sonunda Mevlâ'ya kavuşacağını dillendirir. Konya'da geçtiği anlatıla gelen bir menkıbe de oldukça açıklayıcıdır. Mevlana, bir gün Tebrizli Şems'in ziyaretine gider. Kapıyı açtığında bakar ki Şems, Kimya hatunla uygunsuz vaziyettedir. Kimya hatun, ismi ileride karmaşık olaylarda zikredilecek olan güzel bir cariyedir. Mevlana, araladığı kapıyı yavaşça kapatır ve döner. Aradan yeterli bir süre geçtikten sonra tekrar gelir Şems'in kapısına. Aralayıp bakar. Şems yalnızdır bu sefer. Mevlana, üstadı Şems'in yanına girer ve bir süre önce Kimya hatunu da burada gördüğünü zannettiğini söyler. Şems de ona "O gördüğün Kimya suretinde tecelli eden Tanrı'ydı" der.

Tebrizli Şems'i ve Celaleddin Rûmî'yi tahfif amacıyla da söylenegelen bu menkıbe, aslında kadın konusunda üzerinde durulmaya değer bir düşünme tarzını yansıtmaktadır.

Sofi düşünürlerin dilinde, her varlık, Yaradan'ın isimlerinin birer tezahürdür. Bu tezahürlerin en yoğun olarak zuhur ettiği varlık ise, kuşkusuz, Allah'ın kendisine halife olarak belirlediği insandır. Diğer varlıklara nispet edildiklerinde, kadın ve erkek, bu mazhariyette eşit gibidirler. Ancak, varlıkların en sonunda yaratılan Adem, kainatın bir anlamda özeti olduğu gibi, kadın da Adem'den sonra yaratılarak onun özeti olmuştur. Bu nedenle, ikili arasındaki eşitlik bazı sofilerin dilinde kadın lehine değişebilmektedir.

O kadar ki İmam Rabbani (es-Serhendi[12]), bir kadının her yanında görülen tezahürlerin, Allah’ın görülmesi mümkün olan en üst düzeydeki tezahürleri olduğunu söyleyecek kadar ileri gider. Şeyhine yazdığı bir mektupta aynen şöyle demektedir:


"Bu tarikat edeplerine dair işlere devam ettiğim sırada, tam manası ile, her şeyden ayrı bir manada, Yüce Allah'ın Zâhir ismine bir zuhur yeri olma şerefine erdim. Bütün eşyada, tek tek bu tecelliyi gördüm, özellikle kadınların kisvesinde. Hatta ayrı ayrı her yanlarında. Bu kadınlar zümresine o kadar ram oldum ki anlatamam."[13]

Ancak, Sofî düşünürlerin kadınlarda gördüğü bu tanrısal tezahürler, erkeği cezbeden güzelliklerinde, yahut dişiliklerinde aranmamalıdır. İmam Rabbani'nin, başka bir mektubunda yine şeyhine şunları yazdığını görüyoruz:

"Bu yaratılış mertebelerinde zuhur eden tezahürlerden bazılarını; bundan önceki mektuplarımda bildirmiştim. Onlardan sonraki tecelliler, külli sıfatları özünde toplayan zorunluluk mertebesinde zuhur etti. Hem de; yüzü kap kara, kötü bir kadın suretinde göründü. Daha sonra da, birlik mertebesinde tecelli etti. Uzun boylu bir erkek suretinde göründü."[14]

İmam Rabbani, bu bakış açısıyla, Tasavvuf düşünce dünyasında elbette yalnız değildir. Ondan önce Celaleddin Rumî de bir manzumesinde,

"Kadın, Tanrı ışığıdır, sevgili değil; sanki yaratıcıdır; kadın yaratılmış değil"[15]

diyerek kadın-tanrı benzerliğine vurgu yapar.

Bu hususta en açık ve belki de en ileri sözler söyleyen ise elbette İbn Arabi'dir.[16] Kadının konumuna kendisine göre bir çerçeve çizdikten sonra şöyle der.

"Her kim, kadınlara bu sınır içerisinde sevgi duyacak olursa, bu ilahi bir sevgidir"[17]

Bu tür yaklaşımları doğru kavramanın en sağlıklı yolu, herhâlde bu konuda öncü sayılabilecek İbn Arabi'ye ve düşüncelerine yakından bakmaktır.

Çok yönlü görülen birkaç isim mütalaa dışında tutulursa, İslam düşünce tarihinde üç ana mektepten söz edilebilir:

1- Bilgide sırf "vahy"i esas alanlar.
2- Vahye, "akıl"la bilgilenme yolunu katanlar.
3- Vahye, "keşif"le bilgilenme yolunu katanlar.

"Nass" dışında hiçbir bilgiye itibar etmeyen, yorumu dahi ancak başka bir "nass"la yapan selef uleması birinci mektebi oluşturur. İbn Teymiye[18] gibi, usulde selef ulemasını izleyen Kelamcılar bunlardandır.

İkinci mektebi oluşturanlar Peygamber’le birlikte Aristo’yu başlama noktası alırlar. Doğru olanın peygambersiz de bulunabileceğini belirten İbn Rüşd ve benzeri Meşşâî filozoflar gibi bu mektebi izleyenler vahye, aklî yorumlar getirmenin ötesinde, aklı, bilginin ikinci kaynağı olarak görmüşlerdir.

Üçüncü mektebe gelince. Bunlar, vahiyle birlikte keşfi, bir anlamda Peygamber’le birlikte Eflatun’u devreye sokarlar. "Nass"a keşfe bağlı yorumlar getirmenin dışında, kimi zaman nitelikli sezgiyi vahiymiş gibi dini bilginin kaynağı olarak görürler. Sühreverdî benzeri İşrâkî sufiler bu mektepte yer alır.

İbn Sina gibi çok yönlü görülen bazı düşünürleri, bu mütalaanın dışında tutmamızın tek sebebi, onların kimi yerde bir Kelamcı, kimi zaman sezgiye dayanan bir İşrakî, bazen de tamamen aklı önceleyen bir Meşşaî filozof gibi konuşmalarındandır. İbn Sina'nın okuyucusu, zaman zaman Felsefeyi yahut Sezgiciliği Dine mi, yoksa Dini Felsefeye yahut Sezgiciliğe mi yamadığını kestiremez.

İslam düşünce dünyası, yukarıda hülasa etmeye çalıştığımız üç zümrenin de dışında yer alan ve çok yönlülükte İbn Sina'ya da benzemeyen bazı isimlere daha tanık olmuştur. Onları bir yönleriyle üç mektebin birisinden düşünmek mümkün iken diğer bir yönleriyle da başkasından saymak daha isabetli görünür. Kimi zaman bir İşrakî gibi görülse de, başka bir açıdan bakıldığında tam bir Kelamcı sayılabilecek, Gazzalî işte böyledir. Kur'ân ilimlerine irfan katmış, Kelam ilmini de Tasavvufa yaklaştırmıştır.

Gazzalî'nin tersi bir örnek de kuşkusuz İbn Arabi'dir. O aksine, Kur'ân ilimlerini, irfan yolunun delilleri olarak kullanmıştır. Bu hususta, delil getirme yoğunluğuna bakılırsa o ilktir. O kadar ki bir ayet yahut hadisle hareket ettiğinde, okuyucusu başlangıçta İbn Arabi'yi tam bir Kelamcı zannedebilir. Ama çoğu zaman vardığı son durakta, müellifin kendisini tam bir İşrakî olarak karşıladığını görür.

İbn Arabi, çoğu zaman, varlık üzerine düşünen birisidir. Varlığa, "vahiy" ve "keşif" diye adlandırabileceğimiz iki pencereden nazar eder. Girdiği vadide süratle ilerlerken, ikide bir "sorumluluk" engeliyle karşılaşsa da, sürekli aradığı "varlık" problemine "nass"a dayalı bir çözümdür.

Aslında "insanın sorumluluğu", "varlık" meselesini konu edinen herkesin baş sorusu olmuştur. Ancak bunu İbn Arabi kadar önemseyen, problemliğini itiraf eden ve sonunda hayretini dile getiren başka birisi yok gibidir. Onu izleyenler kimi zaman, bakışlarını salt sorumluluk engelini tanımaya yönlendirdiğini bile zannedebilir. Şer'i düşünce sınırlarını bunca zorlayan yorumlarına rağmen, İslam aleminde ona yönelmiş görülen tükenmez rağbetin temelinde belki de bu açık sözlülüğü yatmaktadır.

Klasik dönem düşünce dünyasında, varlık üzerine konuşanların kimileri, içinde yaşadığımız bu evreni hayal görürler. Onlara göre hiçbir şey yoktur. Bunlar, sorumluluk anlayışına yanaşmayan "hiççiler"dir. Bir de "ikiciler" vardır ki; kavranabilen bir de, hissedilebilen iki varlıktan söz ederler. Bunlara göre hissedilen madde de geri planda kavranabilen ruh da bağımsız birer tanrı gibidir. Bir insan iki ayrı Tanrıya sorumlu olamayacağı için bunlar açısından da sorumluluk sorunu cevap bulamaz. Bir de birciler vardır ki iki ayrı okul oluşturmuşlardır. Maddeci ve ruhçu birciler. Maddeci birciler, her şeyin aslının, yaratıcı bir güç olduğunu kabul etmekle birlikte "sadece sonlu vardır" diyerek netice onlar da bu hayatta sorumluluk kabul etmezler.

Geriye ruhçu birciler mektebi kalmaktadır. Bunlara göre, görülen bu varlık, görülemeyen, mutlak, değişmez ve ebedi olan başka bir varın tezahürüdür. Onlara göre gerçek olan madde değil, duyu aleminden ayrı, kavranabilir bir "idealar" alemidir. O güneş gibi, ısı veren, ama asla eksilmeyen Tanrı'dır. Plâton (Eflatun)[19] işte bu ruhçu bircilerdendir. Onun bu düşünceleri zamanla, irfan yerine, felsefeyi, metafizik yerine mantığı önceleyen akılcılar ve salt ruhçular olmak üzere iki kola ayrılır. Ruhçu kanadın öncüsü İslam dünyasında Yunanlı Şeyh diye bilinen Plotinos’tur.[20] Plotinos, Tanrı’nın, ruh, zeka ve birlik olarak üç oluş halinde tezahür ettiğine inanır. Ona göre mutlak iyiye ulaşmanın şartı da saf ahlak ve "vecd"dir.

İşte Kabbala[21], Vedantizm[22], Brahmanizm[23], Mandeizm[24] ve Hermetizm,[25] bu felsefeyle uyumlu öğretilerdir. Hıristiyan gnostikleri ve Yuhannacıları da bu cümleden sayabiliriz.

Müslümanlardan Hallâc-ı Mansur, İbn Meserre, İbn Berrecan, İbn Farız, İşrak okulunun kururcusu Sühreverdi, Dürzi teozoflar, İsmaililer ve İhvân-ı Safâ mensupları da çoğu zaman bu mektebin izleyicileri olarak mütalaa edilirler.

İbn Arabi'nin, varlığın açığa "çıkış"ını izah ederken üzerinde durduğu "beş hazret" terimi de işte bu öğretiyle yakından ilgilidir. İbn Berrecan ve İbn Farız gibi diğer bazı sofilerin de esasta beşe, bazen de yediye ayırdıkları her bir hazret, Tanrının zatından başlayarak kademe kademe aşağıya doğru inen tezahürleridir. Bu durumda aşağıdaki her hazret, bir yukarıdakinden daha dar olsa da o alemin özelliklerini yansıtan bir ayna gibidir.

Bu öğretide, insan, diğer bütün hazretlerin özelliklerini taşıyan son hazrettir.

Ne var ki İnsanın Tanrı'ya karşı olan sorumluluğu, bu tür izahta da cevabını bulamaz. Neticede esasta sorumlu tutan ile sorumlu tutulan diye iki ayrı varlık yoktur. Çünkü Tanrı, bütünüyle insan değilse de, insan bütünüyle Tanrının tezahürüdür. Bu muhakemede kimin kime karşı sorumlu olacağını lafızlarla açıklamak ise imkansız gibidir.

Bu nedenle İbn Arabi "sorumluluk" üzerine sorduğu her soruyu "hayret" üzerine oturtmaya çalışır ve şöyle der:


“Rab Hak’tır, kul da Hak!
Ah bir bilsem! Kimdir sorumlu?
Kuldur dersen, kul diye bir şey yok,
Rab’dır dersen, Rab nasıl olur sorumlu!”


Ama İbn Arabi, burada durmaz. Sorunu çözmek için daha çok "lügavî tefsir" yöntemiyle "nass"tan deliller arar. Arayışında açık sözlü ve samimi görünür. Varlığı izah ederken, Tanrı'nın kendisi insan olmasa da, insan olarak tezahür eden şeyin bir Tanrı olduğu sonucuna varmıştır. Bu nedenle, O ona, o da O'na sorumludur der. Zaten Allah da Kur'ân'da, "Beni zikredin, ben de sizi zikredeyim"[26] demektedir.

İbn Arabi'nin bu izahları için Füsusu'l-Hikem adlı baş eserine bakmak yeterlidir. Yine bu eserdeki İsa Fassı'nda, anlayışını bu seviyeye yükselttiği okuyucusuna, "İsa'ya ibadet edenlerin bile, gerçekte Tanrı'ya ibadet etmiş olduklarını" fısıldamaktan çekinmez. Çünkü, Hz. İsa da, Tanrı'nın bir "ol" emriyle "kelime" olarak açılımıdır. Bu açılım ise fiil hâlindedir, her şey sürekli oluştadır. Allah, olmasını istediği şeye ol der, olur.[27] Allah, şu ya da bu ırktan olmadığı için, sözü de salt bir lafız değil, varlığın kendisidir.

Bu nedenle, "ol" hem bir emir (kelime), hem söz (kavl), hem de bir varlık (kevn) tır.

Bunların biri Yaradan'a nispetle ne ise diğeri de odur. Yaradan'ın kelimesi, varlığın kendisi, varlık ise Yaradan'ın kendi isimleridir. Çünkü isimler, varlıkların deruni yapısını, tabiatını ve iç sırlarını yansıtır. O hâlde varlık da onu açığa çıkaran "dil" de kutsaldır. Dili tahrif etmek, yaratılanı tahrif etmek gibi şeytani bir iştir. Kelam (kavl) Hak ise,[28] varlık (kevn) da Hak'tır. Kelam kadim ise kevn de kadim, kelam ebedi ise varlık da ebedidir.

"Kelam" ın söylenişi böyle olduğu gibi onun yazılışı dahi böyle olmalıdır. Kelimeler ve hatta harfler, insanı da eşyayı da etkileyen bir güce sahiptir. Bu durum, ‘seviyorum’ sözünün, karşı cinsi etkilemesi ve kanını hareketlendirmesi gibidir. Bu kelime, bir kağıda yazılıp sevgiliye verilince de yine aynı tesir oluşacaktır.

Hükümdarın etrafında pervane olan askerleri tesir altına alırsan, hükümdarı kendine kul edersin.

"Ebced", "cifr" ve benzeri şeylerin temeli de işte bu anlayışa dayanır. Her unsurun bir iksiri, her iksirin de bir ilmi vardır. O ilmi tahsil edenler, insan vücudundaki nâkıs filizleri, kemal derecesine ulaştırırlar. Bakırı altın, demiri gümüş, taşı maden, madeni canlı, canlıyı hayvan, hayvanı da insan yapabilirler. Bu nedenle o ilim, çocuk, hırsız ve ahlaksız gibi ehil olmayanlara öğretilemez. Okullarda okutulmaz, kitaplarda bulunmaz.

Adem'e öğretilen isimler, Hakkın tezahürü olan halkın isimleridir. Tanrı onları tanınmak için halk etmiştir. "Halk" ise hem yaratmanın kendisi ve hem de yaratılanın kendisidir. Şimdi birer tezahür olan bu isimlerin her birini, mükemmel bir tanrı sanmak yanlıştır. Bu kabul, insanı teşbihe götürür ve şirk olur. Oysa bütün güzel isimleri Allah’a ait bilmede tenzih vardır ve bu yol insanı tevhide götürür.

Bu nedenle, sadece üç isme bağlanıp kalan Hıristiyanlar yanılmaktadır. Güneşe yönelen de sonunda Allah'a yönelmiş olur. Ama sadece İsa ve Meryem değil, çakıl taşları da Tanrı'dandır. Allah’ın kelimeleri bitmez.

Yani İsa, Adem gibi "hazreti insan"dır. İnsan ise nihâi bir gerçektir, bütün hazretler kendisinde görülen modeldir. Bütün isimlerin tecelli yeridir. İçinde büyük alemler dürülmüş küçük bir alemdir. Hata ve sevabı, iman ve küfrü, ilim ve cehli, ruh ve maddeyi "ünsiyet" edebilen kapsayıcı bir alemdir. Tanrının, hayat, ilim, semi, basar, irade, kudret ve tekvin sıfatları onda birleşmiştir. O hem cam gibi beşer ve hem de ışık gibi adem tabiatlıdır. Görünüşte ayrı olan iki varlık alanı, tam olarak ona yansımıştır. İki deniz, onda birleşmiş, "elif" ve "nun" sadece onun dilinde "ene" kelimesini oluşturmuştur.

Bir Tanrı konuşabilmektedir, bir de Adem.

Bu nedenle, Adem meleklere peygamberlik edip (enbee) bütün isimleri onlara bildirmiştir. Evren, şişman, zayıf, uzun, kısa vs. gösteren tezahür aynalarının sarayıdır. Adem, işte bu sarayda Allah’ı tam yansıtan bir tür aynadır. Hakk’ın suretindedir, onun halîfesi yani vekilidir.

Âdem’in bedeni, halifelik yapacağı bu evrenin fizik yapısına uygun olarak çamurdan yapılmıştır. Bir halife olarak, bütün varlıkların muhtaç olduğu özelliklerle donatılmıştır. Dışı böyle olduğu hâlde, içi başka bir alemi yansıtır. Tanrı kendi ruhundan üfürmüştür. Bu nedenle içi Hakk’ın işitmesi ve görmesiyle inşa olunmuştur diyebiliriz.

Nitekim İbn Arabi, Füsus'ta "Adem, hem halk hem de Hak’tır" demektedir.


Kur'ân'da “Ey İnsanlar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık" diye başlayan bir ayet, "Allah indinde en üstün olanınız takvada en ileri olanınızdır" şeklinde son bulur.[29] İbn Arabi'ye göre, kadın ve erkeğin bu eşitliği, insan cinsine dahil bulunmaları cihetiyledir. Nitekim ayet de insan cinsine hitap etmektedir. Yoksa kadın elbette erkek gibi değildir. Çünkü kadında, bir aşağıda olma durumu söz konusudur. Zaten, hükmen ve duyumsal olarak erkeğin altında olmasından dolayı da alçak gönüllüdür.

Kocası bulunmayan bir kadından doğan İsâ (as.) ın alçak gönüllülüğü de bundandır. Hz. İsâ, tevazuunun gereği olarak, kendilerine bir tokat atılacak olsa, tokat atan kimseye karşı gelmemelerini, öbür yanaklarını çevirmelerini ve kısas istememelerini bir şeriat kılmıştır.

Hz.İsa'nın işte bu mütevazı davranışı, kendisine annesi yönünden gelmektedir.

Her dilde, bir kavram için, kısmi eş anlamlı sözcükler konmuş olabilir. Türkçedeki bayan, hanım, kadın ve karı sözcükleri böyledir. Aslında "şişek", kuzulama dönemine henüz girmiş iki yaşında koyun demek olduğu hâlde, Anadoluda kimi yörelerde, evlenmemiş genç kızlara şişek dendiği bilinmektedir. Bunları, çağrıştırdıkları anlam farklılıkları nedeniyle yerine göre kullanırız. Arapça’da da, "nisâ", "ünsa" ve "mer’e" sözcükleri kadın anlamında kısmî eş anlamlıdır. Aynı anlam için konmuş olsalar da bağlamlarına göre farklı çağrışımları olacağı muhakkaktır. Koyun anlamındaki "na’ce" ve "ganem" de böyledir. "Ganem", salt koyun anlamında kullanıldığı hâlde, "na’ce" sözcüğü bulunduğu kümede mecaz olarak kadın anlamına da gelmektedir.

Arapça'da, ilişkilerinin cinsine göre erkek ve kadın anlamında farklı kelimeler kullanılır. "el-Mer'ü" erkek, "el-mer'etü" kadın demektir. "er-Racül" ve "en-nisâ" sözcükleri de, erkek-kadın karşılığındadır. "Zeker" ve "ünsâ" kelimeleri de böyledir. Son iki isim, Kur'ân'da, bu ikilinin erkeklik ve dişiliklerine göre bir adlandırmadır.[30]

İbn Arabi'ye göre, Kur'ân'ın, kadın için kullandığı "nisâ" kelimesi, sözlükte "sonradan gelen" anlamında,[31] yaratılışta erkeğe nispetle, "sonradan olan kadın” demektir. İşte erkek ve kadın arasındaki ilişkilere bu noktadan bakıldığında ikisi de insandır. Ama öncelik ve sonralıktan dolayı aralarında bir rekabet hissi vardır. Bu nedenle Tanrı, önceden olan erkeği (rical) sonradan olan kadına (nisâ) başkan (kavvâm) seçmiştir.[32] İkisinin insan olarak yeryüzünde halife oluşu gibi, erkek cinsi de, bir anlamda kadın cinsinin halifesidir.


Ancak diğer yandan da bu iki cins, birbirlerinden olmaları cihetiyle, aralarındaki beşeri arzuların hepsini geride bırakan şiddetli bir bütünleşme arzusu içindedirler. Çünkü biri erkek (zeker), diğeri de dişi (ünsa) dir. Birleşmeleriyle yeni halifeler meydana getireceklerdir.

İşte bu şiddetli arzular İbn Arabi'nin kadına bakışında başka bir anlam kazanmaktadır.

Allah, Adem'e şevk duymaktadır. Allah'ın bu şevki sonunda kendisinedir. Çünkü, onu kendi suretinde yaratıp sonra da kendi ruhundan üflemiştir. Kadının durumu da tıpkı böyledir. Allah, Adem'den, kendisi suretinde ve iştiyak duyacağı bir kişi ortaya çıkarıp ona "nisâ" demiştir. İşte bu nedenle kadın, erkeği vatanı gibi, erkek de onu kendi parçası gibi ister. Kadının adet olarak; erkek evine gelin olarak gitmesi, erkeğin de; onu kuşatmak, korumak hatta onun sahibi olmak istemesi bundandır.

İbn Arabi'ye göre, sevginin yönü, varlığı kendisinden olana dönüktür. Hâl böyle olunca, erkek, varlığı kendisinden olan Hakk’ı, kadın da varlığı kendisinden olan erkeği sever.

Kadınlar, erkeklere sevdirildi ve onlar da kadınlara şevk duydu. Bu, bütünün kendi parçasını çekmesi türündendir. İnsanın Hakk’ın zuhurunun bir kısmı olması gibi, kadının da, erkeğin bir parçası olmasından dolayıdır.

Allah, kendi sureti üzere olan insanı nasıl seviyorsa, kadınları da erkeklere öyle sevdirdi.

İşte bu nedenledir ki Hz. Peygamber bir hadislerinde, “Bana dünya(nız)dan üç şey sevdirildi” demiş,[33] "severim" dememiştir. Daha sonra da sırayla güzel kokuyu ve namazı anmış ardından da namazın gözünün aydınlığı kılındığını söylemiştir.

Peygamber (as.) ilk olarak kadınları anmış ve namazı en sona bırakmıştır.

Çünkü, insanın kendisini bilmesi Rabbini bilmesinden önce gelir. Rabbini bilmesi de, zaten kendini bilmesinin sonucudur. Kendisini bilmeyen Rabbini bilemez. İşte bunun için Peygamber Allah'ı anma yeri olan namazdan önce, kendisinden olan kadını anmıştır.

Erkek-dişi arasındaki şiddetli arzu sonunda, çiftleşmeye varır. Bu, kınanması gereken bir suç mudur? Yahut hayvanlardaki gibi, iki tarafın kısa bir süre sonra unutacakları, biyolojik bir durum mudur?

Bazı din ve kültürler, cinselliği her yönüyle karalayıp kötüledikleri hâlde, İslâm, tarafların meşru hukuka uymaları şartıyla onu olumlu görür. İbn Arabi ise bu olumlu bakışı daha da ileri götürmektedir. Onun izahında, insanın bu biyolojik durumu, en mükemmel görülen metafizik bir durumun sebebidir. Çünkü cinsellik, ilahtan olan bir ruhun beşeri olana nüfuz etmesine zemin hazırlamaktadır. Taraflar, çiftleşme ile, Allah’ın halifesinin yeryüzüne inmesini sağlamaktadırlar. Böylece Allah bilinmiş olacaktır.

Ayrıca, Hak, hiçbir zaman maddeden soyut olarak sonsuza dek müşahede edilemeyecektir. O, Zatı’nda alemlerden ganidir. Hakk’ın görülmesi bu yönden olanaksız olup, ancak maddede söz konusudur. Kadınlarda görülmesi ise, Hakk’ı görmenin en kâmil olanıdır.

İnsan, Allah’ı kadında temaşa ettiğinde, bu pasif bir temaşadır; eğer O’nu, kadının erkekten geldiğini görerek kendi mevcudiyetinde düşünürse, o zaman bu aktif bir temaşa olmuş olur. Kişinin Allah’ı kadında temaşa etmesi ise en mükemmel olanıdır, zira Allah hem aktif, hem de pasif olduğundan, hangisi temaşa edilirse edilsin, temaşa edilen sonuçta Allah olacaktır.

Bir erkek, bir kadını sevdiğinde, aşkın amacı olan kavuşmayı diler. İnsanın bu maddi yapısında kadın ve erkeğin birleşmesinden daha büyük bir kavuşma yoktur. Bunun için de cinsel birleşme en büyük kavuşmadır. Neticede kadın ve erkeğin bir birlerine olan alakasının, mümin kulların Allah'a olan alakasından farklı bir tarafı yoktur.

İbn Arabi, çiftleşmeden sonra dini bir emir olan gusle de bu perspektiften bir izah getirir. Füsus'un son bölümünde “İşte bu nedenle, Tanrı, kullarının kendisinden başkasıyla kavuşarak en büyük haz ve lezzeti duyduklarını sanmalarını istemez. Başkasından kendisine dönsünler diye de boy abdestiyle arınmalarını ister. Birleşme neticesinde kadın ve erkeğin bütün bedenine şehvet yayıldığı için de bedenlerinin tamamını yıkamalarını emreder" der.

Eski Ahit, bir kadının aralarında nikah bulunmayan bir erkeğe "ecnebi" olacağından söz ettiği bir bölümde, bir peygamberin ağzından şöyle der: “Oğlum, sözlerimi tut, ve emirlerimi yanında sakla. Emirlerimi tut ve yaşa; ve öğrettiğimi gözünün bebeği gibi koru. Onları parmaklarına bağla; Onları yüreğinin levhası üzerine yaz. Kendini yabancı kadından, sözleriyle yaltaklanan ecnebi kadından kurtarmak için, hikmete, sen kız kardeşimsin, de; ve anlayışı akraba diye çağır.”[34]

Tevrat'a göre, nikahlıların ilişkisi meşrudur ama ecnebi kadından kaçınmalıdır. Meşru bir ilişkide bulunanların ikisi de yıkanmalıdır.[35] Hatta, kadının yatağına, yahut giysilerine dokunan erkeğin kendisi yıkanması gerektiği gibi giysilerini de yıkaması gerektiği emredilmektedir.[36] Bu yıkanmanın sebebi, ilşki sonunda tarafların "pis" telakki edilmelerindendir.

Tevrat'ta, konumuz açısından dikkatimizi celbeden bir nokta daha vardır. Çıkış bölümünde Allah'a yaklaşmaya mukabil, cinsellikten uzaklaşmaya temas edilir. Hz. Musâ, peygamberliğine tanıklık etmeleri için kavminden seçtiği insanları arındırır ve onlara üç gün cinsel ilişki de bulunmamalarını emreder. Çünkü mukaddes Sina Dağında Rabb'ın Hz. Musâ'ya konuşmasına tanıklık edeceklerdir.[37]

Bu, Kur'ân'ın itikafta ve oruç gibi ibadetlerde zikrettiği cinsellik yasağına benzemektir.

Kur'ân-ı Kerîm, Adem ve eşini Cennetten çıkaran bir "yasak ağaç" tan söz eder. Bu, ne ağacıdır? Eğer bu simgesel bir ifade ise neyi simgeler?

Kurân, kadın erkek ilişkisinden söz ederken genelde mecaz kullanır. Ayette kimin önce yediğinden söz edilmemesine, "yeme" fiilinin, Âdem ve Havva’nın ikisine birden nispet edildiğine bakılırsa bir mecaz var gibidir. Kur'ân, başka bir yerde, Âdemoğullarına uyarıda bulunurken; "Şeytan, ananızın babanızın bedenlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak Cennet’ten çıkardığı gibi, sakın sizi de aldatmasın" der.[38] Acaba bu ayet, Cennet'te yenmesi yasaklanan ağacın cinselliği simgelediğinin bir delili olabilir mi?

Eğer bu doğruysa, içinde bulunduğumuz alemde, insana Allah'ı en unutturan şeyin kadın cinselliği olduğu yorumuna kapı açılabilir. En azından, onun, dünyevi zevkleri temsil ettiği düşünülebilir. Aslında insanlığın genel tarihinde kadın uğruna olup bitenler göz önüne alınırsa, "kadın sevgisi" böyle bir temsile yakışır da.

Kur'ân, kadınların erkekler için, erkeklerinde kadınlar için bir elbise olduğu mecazının bulunduğu bir başka bölümde de, onların oruçluyken, mescitlerde itikafta iken[39] ve bir de hacda[40] iken cinsel ilişkide bulunmalarını yasaklar. Bu anlaşılabilir bir durumdur. Çünkü bunlar birer ibadettir. İbadetler de insanı Allah'a yaklaştırması için yapılır. Kişiyi bu hedefinden uzaklaştıracağı için, bu durumlarda diğer bazı yasaklar arasında cinsellik de sayılmıştır.

Acaba Allah'a giden yol ile, kadın erkek arasındaki arzuyu mukayese eden bu ayetlerde, yukarıda hülasa edilen "Hazret noktainazarından kadın" meselesine bir mesnet var mıdır?

Bizce hayır. Çünkü, erkeği kulluk hedefinden uzaklaştırabilecek kadın olduğu kadar, kadını da o hedefinden alıkoyan erkek olabilir. Ayrıca, kadın ve erkek, her zaman birbirleri için, Allah'tan en uzaklaştıran bir sebep de olmayabilirler. Bu en azından herkes için ve her zaman böyle olmayabilir.

Kur'ân'da cinselliği ve Allah korkusunu bir arada zikreden bir ayette, "Kadınlarınız sizin için bir ekinliktir, o hâlde, ekinliğinize istediğiniz gibi gelin. Fakat kendiniz için hazırlık yapın, Allah’tan korkun ve bilin ki O’na kavuşacaksınız"[41] denir.

Bu ayette, Allah'a kavuşmak sanki kadınlara yaklaşmanın mukabili olarak zikredilmektedir. Kadına cinsel yaklaşım ile, Tanrıya mülaki olmak arasında bağ kuranlar, bu ayetlere dikkat etmiş midir, bilemiyoruz. Ancak açıktır ki son ayetteki "ekinlik" kelimesiyle, kadınlık uzvu toprağa, erkeğin suyu tohuma, doğacak çocuk da ürüne benzetilerek, erkeksi arzuların sürekli ön plana taşıdığı kadının bezenmişliği adeta örtülmüştür. Ayetin bulunduğu yerde, sözün akışına bakılırsa, bu istiarenin başka bir sebebi de, cinsel ilişkide ahlakî olmayan bir yolu onlara yasaklamak olduğu anlaşılacaktır. Bu nedenle, o çirkin fiil zikredilmeden, ürün ve verimlilik sembolü olan tarla temsili getirilmiştir. Böylece, ilgiler cinsel zevk düşkünlüğünden, nesil olgusuna yönlendirilmiştir.

Nitekim, kadınların insanlar için bezenmişliğinden söz eden ayet de, "kadın sevgisi" ni, Allah'a varmayı diğer meşru sevgiler arasında gösterir: "Kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları, salma atlar, davarlar, ekinler gibi şehvetlerin sevgisi insanlara bezenmiştir"[42] der.

Eğer tutkuya dönüşen bütün sevgiler aşk sayılıyorsa, kimilerinin "altın ve gümüş"e karşı insanı kör eden tutkusu da "aşk" sayılmalıdır. Eğer kadına yönelen aşk, mecaz olabiliyor ve Leylâ'nın aşığı, sonunda Mevlâ'ya kavuşuyorsa, insanlar için bezendiği kadınlarla birlikte anılan altın ve gümüşe olan aşkın da sonunda düşkünlerini Mevlâ'ya ulaştırması gerektirdi.

Vakıa elbette öyle değildir.

Ancak itiraf etmek gerekir ki İbn Arabi'nin üzerinde durduğu aşk, iki ayaklı erkek hayvanın dişisini şiddetle arzulaması anlamında değildir. O der ki:

"Kim kadınlara şehvet yoluyla bir sevgi duyarsa, kadın ona ruhtan yoksun bir suret gibi olur. Hazzın kime ait olduğunu bilmeksizin, eşine veya başka bir kadına yalnızca ondan haz almak için dokunan kişi açısından, yöneldiği o suretin ruhu yoktur. Onlar sadece hazzın kendisine, haz aldıkları mahalle sevgi duyarlar."

Aslında Kur’ân-ı Kerîm, başka bölümlerde "kadın sevgisi" ni diğer bazı sevgilerden de ayırır. Mesela Kur'ân'ın, insanı Hak’tan eğleyen şey anlamında "lehv" dediği sevgiler vardır. Bunların başında, servet biriktirmeyi ve oğullarla övünmeyi saydığı[43] hâlde kadını anmaz. Ticaret ve alışveriş tutkusu da Kur’ân-ı Kerime göre bu "lehv" lerdendir.[44] Dahası, Kur’ân’a göre oyalayıcı her türlü söz[45] bile bu cinsten olabilir.[46]

Ama bütün bunlar arasında "kadın" yoktur.

Meseleye öteki hayatta kadın-erkek ilişkisi açısından da bakmakta fayda vardır. Kur'ân'ın, inananlara vaat ettiği şeyler arasında cinsellik var mıdır? Eğer varsa İbn Arabi'nin yaklaşımı açısından ne ifade eder?

Kur'ân, inananların öteki hayatta; gözünün beyazı şiddetli beyaz, karası da şiddetli kara olan, âhû gözlü, temiz bakışlı, sağlıklı, değerli bir inci gibi saklanan, aynı yaşta olan, gün görmemiş, bakire ve güzel kadınlarla[47] eşlendirileceğinden[48] bahseder. Şüphe yok ki bu ifadeleri tamamen lafız anlamlarıyla alamayız. Çünkü bu, başka alemdeki bir hayatı tasvir eden temsili bir üsluptur. Gerçi bu ayetlerde eşlendirilmekten söz eden "z-v-c" köklü kelime, ahiret hayatında da buradakine benzer bir cinsellik bulunabileceğini anlamamız için yeterli değildir. Çünkü kadın ve erkek bir "zevc" oldukları gibi, her şey "zevc" yaratılmıştır, [49] hatta, erkek ve kız kardeşler de bir "zevc" oluştururlar.[50] Ahiretteki belki de, cinsel olmayan bir birlikteliktir. Ama yine de sözü edilen kadın erkek ilişkisinin bir şekilde ahirette de süreceğini anlayabiliyoruz.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz. Kur'ân-ı Kerim, "kadın sevgisi" ni, kulu Allah'a ulaştıran mecazî bir aşk olarak göstermediği gibi, onu "lehv" cümlesinden de saymaya da kapı açmaz. Kur'ân'ın kadın ve erkeğe önerdiği, fıtri istidatlarına uygun mutedil bir hayat yaşamaları ve bir de bu hayatın geçici olduğunu bilmeleridir. İlk Müslümanların örnekliğinde görülenler de bundan farklı değildir.


[1] "Rab Tanrı Adem'e derin bir uyku verdi. Adem uyurken, Rab Tanrı onun kaburga kemiklerinden birini alıp yerini etle kapadı. Adem'den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın Yaratarak onu Adem'e getirdi. Adem, «İşte, bu benim kemiklerimden alınmış kemik, Etimden alınmış ettir» dedi, «Ona ‘Kadın' denilecek, Çünkü o adamdan alındı.»

(İbranice adam "İş" sözcüğünden, kadın "İşşa" sözcüğünden türemiştir.) Bu nedenle adam annesini babasını bırakıp karısına bağlanacak, ikisi tek beden olacak. Adem de karısı da çıplaktılar, henüz utanç nedir bilmiyorlardı." Tekvin 2/21-25.

[2] "Tanrı, «İnsanı kendi suretimizde, kendimize benzer yaratalım» dedi, «Denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, evcil hayvanlara, sürüngenlere, yeryüzünün tümüne egemen olsun.» Tanrı insanı kendi suretinde yarattı. Böylece insan Tanrı suretinde yaratılmış oldu. İnsanları erkek ve dişi olarak yarattı." Tekvin 1/26-27.

[3] "Rab Tanrı kadına, «Çocuk doğururken sana çok acı çektireceğim» dedi, «Ağrı çekerek doğum yapacaksın. Kocana istek duyacaksın, seni o yönetecek.» Tekvin 3/16.

[4] "Ey kadınlar, Rab'be bağımlı olduğunuz gibi, kocalarınıza bağımlı olun. Çünkü Mesih bedenin kurtarıcısı olarak inanlılar topluluğunun başı olduğu gibi, erkek de kadının başıdır. İnanlılar topluluğu Mesih'e bağımlı olduğu gibi, kadınlar da her durumda kocalarına bağımlı olsunlar."Efesliler'e Mektup 5/22-24.

[5] "Ben size şunu söyleyeyim, karısını cinsel ahlaksızlıktan başka bir nedenle boşayıp başkasıyla evlenen, zina etmiş olur. Boşanmış kadınla evlenen de zina etmiş olur.» Öğrenciler İsa'ya, «Eğer bir erkekle karısı arasındaki ilişki buysa, hiç evlenmemek daha iyi!» dediler. İsa onlara, «Herkes bu sözü kabul edemez» dedi. «Ancak böyle bir Tanrı vergisine sahip olanlar kabul edebilir. Çünkü doğuştan, ana rahminden çıktıklarında hadım olanlar bulunduğu gibi, insanlar tarafından hadım edilmiş olanlar ve kendilerini Göklerin Egemenliği uğruna hadım saymış olanlar da vardır. Bunu kabul edebilen, kabul etsin!» Matta 19/12.

[6] " Tanrı biliyor ki, o ağacın meyvesini yediğinizde gözleriniz açılacak, iyiyle kötüyü bilerek Tanrı gibi olacaksınız.»

Yaratılış 3/6. "Kadın ağacın güzel, meyvesinin yemek için uygun ve bilgelik kazanmak için çekici olduğunu gördü. Meyveyi koparıp yedi. Yanındaki kocasına verdi, o da yedi." Tevrat, Yaratılış 3/5-6

[7] "İnsanlar! Sizi tek bir özden yaratan, eşini dahi ondan var eden ve o ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar çoğaltan Rabb’inizden korkun." Nisâ 4/1

[8] "Kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları, salma atlar, davarlar, ekinler gibi şehvetlerin sevgisi insanlara bezenmiştir." Âl-i İmrân 3/14.

[9]"Kadınlarınız sizin için bir ekinliktir, o hâlde, ekinliğinize istediğiniz gibi gelin. Fakat kendiniz için hazırlık yapın, Allah’tan korkun ve bilin ki O’na kavuşacaksınız" Bakara 2/224.

[10] Ebu Hamit Gazzali'den itibaren. Gazzali'nin vefatı 1111.

[11] Beliğ'in vefatı 1729.

[12] İmam Rabbani'nin vefatı 1624.

[13] Mektubat, Birinci mektup.

[14] Mektubat, Ondördüncü mektup.

[15] Mesnevi 1/2446.

[16] İbn Arabi'nin vefat 1238.

[17] İbn Arabi, Füsus'ul-Hikem, Muhammed Fassı.

[18] İbn Teymiye'nin vefat 1328.

[19] İ.Ö: 347 Plâton'un gerçek ismi bilinmiyor. Ona verilen bu isim uzun ve geniş anlamında bir kelimedir. İslam dünyasında da Eflâtun diye meşhur olmuştur.

[20] İskenderiyeli, M.S. 270.

[21] Tevrat’ın Tekvin kitabına dayandırılan, tabiat üstü varlıklarla ilişki kurma öğretisi.

[22] İlk illet çoğalmak istedi ve çoğaldı. (Brahmanizmin ilk hâli.)

[23] Nesneler Brahman, ya da mutlak hakikattir. Tekamül reankarnasyonla mümkün olur.

[24] Aziz Yahya’yı kusursuz lider bilirler.

[25] Simyacıların büyüyle ilgili öğretilerini benimseyenler.

[26] "O hâlde anın beni, anayım sizi ve şükredin de bana nankörlük etmeyin." Bakara 2/152.

[27] Yasin 36/82.

[28] En’am 6/73.

[29] "Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık, sizi halklar ve kabilelere ayırdık ki birbirinizle tanışasınız. kuşkusuz, Allah nezdinde en değerliniz, en dindar olanınızdır." Hucurât 49/13.

[30] "Ben içinizden gerek erkek (zeker) ve gerek dişi (ünsâ) hiç bir hayr işleyenin işlediğini boşa gidermem,Âl-i İmrân 3/195. Ayrıca bkz. Nisâ 4/11.

[31] Tevbe 9/37 de geçen "en-nesî'" kelimesiyle aynı kökten.

[32] "Allah’ın, bazısını bazısına yetkin kılmasından ve erkeklerin mallarından harcamalarından dolayı, erkekler, kadınlar için yöneticidirler." Nisâ 4/34.

[33] Enes b. Malik'ten, Nesâî, Sünen, İşretu'n-Nisâ, No 3878, 3879. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 11845

[34] Eski Ahit, Süleyman’ın Meselleri, 7/1-5.

[35] " Bir adam kadınla cinsel ilişkide bulunurken menisi akarsa, ikisi de yıkanacak ve akşama kadar kirli sayılacaklardır." Levililer 15/18.

[36] "Kim kadının yatağına dokunursa, giysilerini yıkayacak, yıkanacak, akşama kadar kirli sayılacaktır. Kim kadının üzerine oturduğu herhangi bir şeye dokunursa, o da giysilerini yıkayacak, yıkanacak, akşama kadar kirli sayılacaktır.

" Levililer 15/21-22.

[37] "Rab Musa'ya, «Git, bugün ve yarın halkı arındır» dedi, «Giysilerini yıkasınlar.

Üçüncü güne hazır olsunlar. Çünkü üçüncü gün bütün halkın gözü önünde ben, Rab Sina Dağı'na ineceğim. Dağın çevresine sınır çiz ve halka de ki, ‘Sakın dağa çıkmayın, dağın eteğine de yaklaşmayın! Kim dağa dokunursa, kesinlikle öldürülecektir. Ya taşlanacak, ya da okla vurulacak; ona insan eli değmeyecek. İster hayvan olsun ister insan, yaşamasına izin verilmeyecek.’ Ancak boru uzun uzun çalınınca dağa çıkabilirler.» Sonra Musa dağdan halkın yanına inip onları arındırdı. Herkes giysilerini yıkadı. Musa halka, «Üçüncü güne hazır olun» dedi, «Bu süre içinde cinsel ilişkide bulunmayın.» Çıkış 19/10-15.

[38] " Ey Âdemoğulları! Şeytan, ananızın babanızın bedenlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak Cennet’ten çıkardığı gibi, sakın sizi de aldatmasın. Evet, sizin onları göremediğiniz biçimde, o ve oymağı sizi görürler. Kuşkusuz ki biz, şeytanları, inanmayanların dostları yaptık." A'raf 7/27.

[39] "Oruç gecesi, kadınlarınıza yaklaşmak, size helâl kılındı. Onlar sizin için bir elbise, siz de onlar için bir elbisesiniz. Sizin kendinize hıyanet ettiğinizi Allah bildi de tövbenizi kabul edip sizi bağışladı. Öyleyse, şimdi, onlara yaklaşın ve Allah’ın lehinizde yazdığını arayın. Sizin için şafağın beyaz ipliği, siyah ipliğinden seçilinceye kadar yiyin, için. Sonra, geceye kadar orucu tamamlayın. Mescitlerde ibadete çekildiğiniz zaman da kadınlarınıza yaklaşmayın. Bunlar Allah’ın sınırlarıdır." Bakara 2/187.

[40] " Hac bilinen aylardadır. Kim haccı yerine getirmeye karar verirse? Artık hac esnasında kadına yaklaşmak, günah davranışlarda bulunmak, kavga etmek yoktur." Bakara 2/197.

[41] Bakara 2/224.

[42] Âl-i İmrân 3/14.

[43] Münâfikûn 63/9.

[44] “Onlar öyle kimseler ki Allah’ın zikrinden, Namaz kılmaktan ve zekâtı vermekten ne ticaret ne de alışveriş onları alıkor.” Nûr 24/37.

[45] “İnsanlardan öylesi vardır ki bilgisizce Allah yolundan saptırmak ve onu alaya almak için alıkoyan sözü satın alır.” Lokmân 31/6.

[46] Yalnız burada temas edilmesi gereken önemli bir husus vardır. Kur’ân, hayatı tamamen terk etmeyi salık veren bir ruhbanlık önermemiştir. Kaldı ki bu sayılanların her biri, aynı zamanda bu hayatı yaşamanın zaruretleridir. Öyleyse yukarıda sayılan "lehviyât" ın her biri Kur’ân’ın tamamen terk edilmesini önerdiği şeyler bilinmemelidir. Yüce Kitap her hâlde bunlarda ölçünün kaçırılmasını; çoğaltma yarışını ve onlarla övünmeyi istememektedir. İtidali tavsiye eder. Nitekim bir yandan "bu hayat" tan nasip aramak gerektiğine işaret ederken, (“Ve Allah’ın sana verdiği şeylerde, son yurdu ara, bu dünyadaki nasibini de unutma. Allah’ın sana iyilik yaptığı gibi, sen de iyilik yap.” Kasas 28/77.) diğer yandan onu tümüyle "lehviyat" tan sayar. (“Ve şimdiki hayat, bir oyun ve eğleyiciden başka bir şey değildir.” En’âm 6/32, Ankebût 29/64.)

[47] Vâkıa 56/22-23, Duhân 44/55, Tûr 52/20, Rahmân 55/55-58-72, Saffât 37/48-9.

[48] Tûr 52/20, Duhân 44/54.

[49] Bkz. Zâriyât 51/49.

[50] Şûrâ 42/50.