30 Aralık 2010 Perşembe

Blame it on my youth

If, I expected love, when first we kissed, blame it on my youth
If only just for you, I did exist, blame it on my youth
I believed in everything
Like a child of three
You meant more than anything
You meant all the world to me

If, you were on my mind, all night and day, blame it on my youth
If, I forgot to eat, and sleep and pray, blame it on my youth
If I cried a little bit, when first I learned the truth
Don't blame it on my heart, blame it on my youth

29 Aralık 2010 Çarşamba

Run Forrest Run...

Hayatın koşturmacası içinde kaybolmuş vaziyetteyiz. Çoğu zaman kendimizi, 'ben ne yapıyordum?' 'niye yapıyordum?' sorularını sorarken yakalıyoruz. Küçük ayrıntılara takılmaktan meselenin özünü kaçırıyoruz, büyük resmi göremiyoruz. Daha kötüsü, anı kaçırıyor, yaşayamıyoruz.

Bazılarımız tabloya uzaktan baktığında göreceği resimden o kadar korkar olmuş ki, bu kaçışı bilinçli hale getirmişiz. 'Inner self'in şikayetlerini duymamak, görmezden gelebilmek için yapmayacağımız şey yok...

Kaçmak... Nereye kadar?

26 Aralık 2010 Pazar

Hayat Sabiti

Her insanın hayatında bir sabit bulunmalı diye düşünüyorum. Yerinden hiç kıpırdamayan, hiç bir şart altında değişmeyen, asla çekip gitmeyen. Çünkü, sabitsiz bir yaşam çevresindeki diğer sabitlerin çekim alanından kendini kurtaramıyor. Türk filmlerinde, "kötü adam" çemberinin ortasında kalmış sürekli tokat yiyen adam/kadın misali bir onun bir bunun yörüngesine girip çıkıyor. Hayatta istediğini bir türlü yapamıyor.

25 Aralık 2010 Cumartesi

Tiyatro

Tiyatroyu sevmiyorum, hiç sevmedim. Küçükken zorla giderdim okul gezilerinde. Büyüdüm, arkadaş zoruyla yine gittim, yine sevemedim. "Bu kadar el üstünde tutulan bir sanat dalını niye sevmiyorum acaba" diye düşündüm. "Ben sanat düşmanı değilim" dedim kendi kendime, (evet kendi kendime çok sık konuşuyorum) yanıtı bulmam çok sürmedi.

İster sanat aşkı de, ister maddi kaygılar olsun arkasında, her ne sebeple olursa olsun bir insanın karşımda aslında olmadığı bir şeymiş gibi davranmasını sevmiyorum. (Gerçek hayatta da birebir böyle, sahteliğin hiç bir türlüsüne tahammülüm yok.) Farkındayım, buna oyunculuk deniyor. Sinemada böylesine rahatsız etmiyor lakin, çünkü en azından sinemadaki performans bir kereye mahsus sergileniyor ve de biliyorum ki o aktör/aktris ben filmi izlerken artık özgür, dilediği şeyi yapıyor. Sahnedeki insansa benim esirimmiş gibi hissediyorum, aynı oyunu oynayarak, aylarını hatta yıllarını geçiriyor. Üzülüyorum değerli vaktini böyle boş işlerle geçirdiği için. Ve de izleyici olarak, buna sebebiyet vermek hoşuma gitmiyor.

23 Aralık 2010 Perşembe

Mut(suz/lu)luk

Mutluluk, zıddı ile kaim olan bir duygu. Müşahedesi için ikisi de birbirine muhtaç. Mutluluğun var oluş amacının arkasında mutsuzluğa hizmet etmek yatıyor bence.

Çünkü her mutluluk, arkasındaki daha büyük bir mutsuzluğa gebe olarak geliyor. Düşün, tek bir şey hariç ki, sahip olduğun ne varsa seni mutlu eden, yokluğuyla daha mutsuz eder. Mesela çocuğun mu oldu? Çok mu mutlusun? Ölürse, doğmadan önce olamayacağın kadar daha mutsuz olursun. Sevgilin mi var? Çok mu mutlusun? Terk ederse, "keşke hiç tanımamış, bu mutluluğu tatmamış olsaydım da, kaybedince de bu kadar mutsuz olmazdım" dersin.

Yanlış.

Çünkü mutlu olmanın arkasındaki sebep, mutsuzluğun başına gelmesi gerekiyor oluşu. Neden? Çünkü insan ancak gönlü yanınca özüne, içine dönüyor da o yüzden. Yalnız gönlü yanınca oturup da tefekkür etmeye çalışıyor kavramlar üzerine. Ancak gönlü yanınca, canı acıyınca biraz daha yaklaşıyor benlikten kurtulmaya. Bu yüzden peygamberlerin çoğunluğunun çekmediği cefa yok hayatları boyunca. Çünkü şüphesiz insan çok nankör, yaratılışı böyle... kendimizi suçlamaya gerek yok.

Hiç mutsuz olmak istemiyorum dersen, hiç mutlu olma o zaman derim. Bu da ancak kendinden geçmekle mümkün, tam bir teslimiyet ve hakikat bilinci ile. Nasıl olsa her şerde bir hayır, her hayırda da bir şer var. Nasıl olsa, mutlu da olsan, mutsuz da, "bu da geçecek".

"Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa üzülürüm, aşkın ile avunurum" diyor ya Yunus, mutluluk ile mutsuzluk ortasındaki hali anlatıyor bence.

22 Aralık 2010 Çarşamba

Nokta

Çok uzun zamandır buraya yazmıyorum. Kısmen son zamanlardaki yoğunluktan (cliché as it sounds) kısmen de, blog'a dair oryantasyon kaybından kaynaklanan motivasyon eksikliğinden. Tahmin ettiğiniz gibi devam etmiyor ama bu yazı, başlıkta "nokta" yazmasının nedeni blog'a son verdiğim için değil, "nokta" hakkında bir şeyler söylemek istediğim için. Şu her cümlenin sonunda kendine yer bulan, bir kaç pikselin birleşmesinden oluşan şekilden bahsetmiyorum lakin, çünkü o bir daire.

17 Eylül 2010 Cuma

Hadis

Resulullah, Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi vessellem) üç farklı hadislerinde buyuruyorlar ki:

i. İki günü bir olan ziyandadır.

ii. Amelinizde tembelliğe düşmediğiniz müddetçe Allah size verdiği mükafatı kesmez.

iii. Sonra yaparım diyenler helak oldu.

10 Eylül 2010 Cuma

Kadir Mısıroğlu, Tarih Sohbetleri V, 12 Eylül Referandumu

Kadir Mısıroğlu, Tarih Sohbetleri IV, Doğu Meseleleri

Kadir Mısıroğlu, Tarih Sohbetleri III, Arap Meselesi

Kadir Mısıroğlu, Tarih Sohbetleri II, İsmet İnönü

Kadir Mısıroğlu, Tarih Sohbetleri I, Kader perspektifinden Türkiye'nin geçmişi ve geleceği

Ramazanda Blues

Tarafeyn, Kemal Kılıçdaroğlu - Nazlı Ilıcak

7 Eylül 2010 Salı

Alçak uçamamak

Bir F-4 Phantom pilotu, başbakanın evinin üzerinden alçak uçuş yapmaya çalışırken yakındaki camiinin minaresine çarpıyor. Söyleyecek söz bulamıyorum... Bu işler bu kadar mı amatör yapılıyor? 


5 Eylül 2010 Pazar

İslam tapınma dini değildir - Ömer Tuğrul İnançer

Günümüzde din ve hayat ne kadar iç içe?

Din hayattan gayrı bir şey değildir, hayatın ta kendisidir. Biz bu yanlışlıkla, 'yaşama sistemi' olan İslam'ı, 'tapınma dini' haline getirmişiz. İslam yaşanacak bir haldir, hayat tarzıdır, tapınma dini değildir. Dini sadece oruca ve namaza indirgememek gerekiyor. Bunun da devamı tapınma dini olmaktan çıkıp dua dini haline gelmesidir. Tipik örneği, İstinye Park'taki dua odasıdır. Kapısında 'mescit' değil, 'dua odası' diye yazıyor.
İBADET HAYATIN İÇİNDEDİR

İbadetler hayatın dışında bir yerde mi kabul ediliyor?

İbadetler hayatın içinde yapılır. Hayattan kopuk olarak değil. Bunun örneği Hz. Peygamberdir. Efendimiz, bir gün sabah namazını çok kısa ayetlerle kıldırmış. Ashap soruyor tabii: "Hep uzun uzun okurdunuz, yeni bir vahiy mi geldi?" Peygamberimiz: "Hayır, yine uzun okuyacaksınız ama yeni anne olmuş bir genç hanım vardı cemaatte. Aklı yavrusundaydı bir an önce yavrusuna kavuşsun diye kısa kıldırdım" diyor. Namaz böyle bir şeydir.
Ritüellerden ayıran bir 'ibadet' algısı daha var. Bu anlam mı eksik kalıyor da ibadet sadece sembollere indirgeniyor?

İbadet, yani tapınma ritüelleri ayetteki ibadetle, ilmihaldeki ibadet birbirinden farklıdır. Ayetteki ibadet, "Sizi (cinleri ve insanları) bana ibadet etsinler diye yarattım" diye tercüme edilince ahali bunu ilmihal kitaplarında anlatılan ibadet sanıyor. Halbuki ayetin manası o değildir. "Ben cinleri ve insanları yaratmazdım, ancak bana kul olsunlar diye yarattım" diyor. Kul olmanın yolu da Hz. Peygamber vasıtasıyla bize öğrettiği yollardan geçer. Aklımızdan, nefsimizden bulamayız ona gidecek yolları. O bize hediye olarak; bana nasıl gelirsiniz ben size öğreteyim diyerek Peygamberler vasıtasıyla bize bilgileri vermiştir.
Bir dönem gazeteciler de 'umre'ye gitmişti...

İsim vermeyeyim, meşhur gazeteci 'umre'ye gitti. "Bundan sonra içki içecek misiniz?" sorusuna "evet" dedi. Onunkinin kabul olmadığı aşikar belli.
Sembolik yani?

Hayır, o sadece bina görmeye gitmiş. "Kâbe, Halil İbrahim Hazretlerinin yaptığı bir binadır" diyor Molla Camii, ama gönül Allah'ın tecelli ettiği yerdir.

4 Eylül 2010 Cumartesi

Türban Görünce Erkekliğini Hissetmek

CHP’li Çiğli Belediyesi geçtiğimiz günlerde bir panel düzenliyor.
Panelin konusu; “Demokrasi ve Anayasa”
Panelistler, CHP Grup Başkanvekili Muharrem İnce ile Cumhuriyet Gazetesi yazarlarından Vecihi Timuroğlu.
Demokrasi ve Anayasa konuşulması ve dinleyicilerin “Hayır bilinçleri”nin daha da artırılması amaçlanıyormuş bu panelde.
Oturum başlıyor, konu konuyu “aşıyor” ve laf dönüp dolaşıp başörtüsüne geliyor.
Aynı zamanda yazar ve de şair olan, Edebiyatçılar Derneği Onur Ödülü sahibi Vecihi Timuroğlu, mevzuya “farklı bir bakış açısıyla” yaklaşıyor.
“Şu an benim karşımda güzel bayanlar oturuyor, onlar da benim gibi insan. Türbanlı bir bayan görünce erkekliğimi hissediyorum.”
İnsan Hakları Sözlüğü’nün yazarı, Türkiye İnsan Hakları Kurumu Kurucu Üyesi, 90’nına merdiven dayamış ve artık “Vecihi Dede”hitabını çoktan hak etmiş Timuroğlu’nun bu sözlerini “ciddiye alan” başörtülü kadınlar salonu terk ediyor.
“Başörtüsü konusunda bu kadar hassas olanlar, bu toplantıda ne arıyor?” dedim kendi kendime. Biraz araştırdım; meğerse başörtülü kadınlar, CHP kadın kollarının misafiri olarak salonda bulunuyorlarmış.
Zaten bu işe aracı olan CHP’li kadın üye de “Sizin yüzünüzden bu insanlara mahcup oldum” diyerek, başörtülü kadınlarla birlikte panelden ayrılmış.
Başörtülü kadınlar salonu terk edince ev sahibi CHP’liler “Türkiye laiktir, laik kalacak.” sloganıyla salonu inletmişler!

230 bin 'zorunlu asker' 'angarya sektörü'nde


‘Zorunlu askerlik, militarizmin temeli’ başlıklı yazıma çok değişik tepkiler aldım. Bu konunun tartışmaya açık bir konu olduğu iyice ortaya çıktı. Bugüne kadar bu konuda tartışma yapılmamış ya da yapılamamış olması da olayı iyice ilgi çekici hale getiriyor. Bu tartışmaya katkısı olacağına inandığım iki mektubu sizlerle paylaşmak istiyorum.
İki mektubun ilginç olan yanı ikisinin de emekli subaylardan gelmiş olması ve birbirinin zıddı iki görüşü içermesi.


3 Eylül 2010 Cuma

Sıvı nitrojene elimizi sokarsak ne olur?

Azot, -195 santigrat derecede kaynayan bir element. İnsanın her hangi bir uzvunu saniyeler içinde dondurmak veya derisini tahriş etmek için son derece yeterli bir sıcaklık. Bakalım, elimizi sıvı nitrojene daldırınca ne oluyor?



İlginç şekilde, vücut ısımız, azot için çok yüksek bir sıcaklık teşekkül ediyor. Elimizi daldırır daldırmaz, temas eden nitrojen anında buharlaşıyor ve buhar kabarcıkları sıvı nitrojenin elimize temas yüzeyini azaltıyor. Bu sayede yara almadan atlatmak mümkün bu hareketi. Ancak sıvı nitrojenin içinde geçirilecek fazladan bir kaç fazla saniye ile elinizi kaybetmeniz işten bile değil.

Son olarak, bu deneyi evde denemeyin demiyoruz zira, sıvı nitrojeni nerden bulacaksınız da elinizi sokacaksınız...

Bu makale, http://www.popsci.com/ adresinden tercüme edilmiştir. 

2 Eylül 2010 Perşembe

Niyâzi Mısrî - Arzularsın

Nadanı terk etmeden yaranı arzularsın
Hayvânı sen geçmeden insanı arzularsın

Men arefe nefsehu fakad arefe rabbehu
Nefsini sen bilmeden Sübhan'ı arzularsın

Sen bu evin kapusun henüz bulup açmadan
İçindeki kenz-i bipâyan'ı arzularsın

Taşra üfürmek ile yalınlanır mı ocak
Yönün Hakk'a dönmeden ihsanı arzularsın

Dağlar gibi kuşatmış benlik günahı seni
Günahını bilmeden gufranı arzularsın


Cevizin yeşil kabını yemekle tad bulunmaz
Zâhir ile ey fakih Kur'an-ı arzularsın

Şarabı sen içmeden sarhoş-u mest olmadan
Nice Hakkın emrine fermanı arzularsın

Gurbetliğe düşmeden mihnete sataşmadan
Kebap olup pişmeden büryanı arzularsın

Yabandasın evin yok bir yanmış ocağın yok
Issız dağın başında mihmanı arzularsın

Bostanı bağı gezdim hıyârını bulamadım
Sen söğüt ağacından rummânı arzularsın

Başsız kabak gibi bir tekerleme söz ile
Yunusleyin Niyazi irfânı arzularsın


26 Ağustos 2010 Perşembe

İnsan, Hay isminin tecellisidir.

Oruç, insan ruh ve maddesinin İlâhi banyosudur. Oruç, vehleten aç durmak gibi gelir insana. Aç durmakla ceset zevk duyarsa, oruç’un manası ortaya çıkar… Açlıktan sıkıntı duymak, hakiki oruç mana ve mefhumunun dışındadır. Oruç, ceset ile ruh tevhidini husule getirmektir.
Mukaddes Kur’ân-ın Bakara Suresi’nde 183 üncü âyet yani Allah sözleri diyor ki: “Ey iman edenler”. Buradaki iman edenler, kainatta aczini bilerek gaybe inananlar demektir. Gaybe inanmak çok güç, çok zor bir başarıdır, insan oğluna…
Mantık ve havas’a hitab etmeyen şeylere inanmak çok müşkül bir iştir. (Bu oruç ile ta ki günahlardan korunasınız.) (Oruç size yazıldı, nasıl ki sizden evvelkilere yazılmıştır…) Kulun Allah’a karşı olan şükrünü ifa etmemesi ve bunda devam etmesi edeb dışı bir iş olur ki buna günah derler.