10 Kasım 2012 Cumartesi

Akıl, Nefs, Cisim

"Alemler; akıl, nefs ve cisim olmak üzere üç tanedir. Vücud pınarının cömertliği, hayrı ve rahmet membaı her birine varlık bahşetmiştir ama kimine tam, kimine eksik olmak üzere istidatlara göre farklı düzeylerde vermiş ve her birine şeref ve bayağılık açısından farklı mahiyetlerde hayır ve kemalet sunmuştur.

Şu halde akıl; varlık, zat ve sıfat olarak en şereflidir. Cisim en bayağıdır. Nefs ise ikisinin arasında ortadadır. Çünkü varlıkta akıldan daha üstün bir şeyin olması mümkün değildir."

Muhyiddin ibn Arabi as, El Bulga Fi'l Hikmeh

----------------------------------------------

"İzzet ve ululuğum hakkı için senden (akıl) daha kıymetli bir şey yaratmadım. Seninle alır, seninle veririm. seninle mükâfatlandırır, seninle cezalandırırım." - Hz. Allah, azze ve celle, (hadisi kudsi)

"Aklı olmayanın imanı da yoktur." - Hz. Muhammed, Rasulullah sav

İsimlere Dair

Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Allah'ın 99 ismi vardır. Kim bunları ihsa ederse cennete girer."

"Yani kim, bu isimlerin anlamlarını kendisinde gerçekleştirmek suretiyle kendisinin isimleri haline getirirse cennete girer." - Muhyiddin ibn Arabi, as - El Bulga Fi'l Hikmeh

25 Ağustos 2012 Cumartesi

"Hazret" Noktainazarından Kadın

Bu makaleyi Sayın Ahmet Baydar'ın sitesinden, çok hoşuma gittiği için iznine sığınarak alıntılıyorum.

---------------------------------------------------------------------------------------------

Eski efsaneler, kadının yaratılışı konusunda sessiz kalmaktadır. Afrodit, Yunan mitolojisinde aşk ve güzellik tanrıçasıdır. Onun deniz dalgalarının köpüklerinden doğduğunu kaydeden anlatılar, bütün kadınların yaratılışını izah sadedinde değildir. Öyle görünüyor ki Kybele ve benzeri adlarla anılan tanrıça efsaneleri de kadının kökeniyle değil, onun verimliliği ve doğurganlığıyla ilgilidir.

Kadın cinsinin yaratılışı hakkında ilk açıklamayı Eski Ahit dile getirmektedir. Tevrat'a göre, kadın erkeğin yalnızlığını gidermek üzere, onun eğe (kaburga) kemiğinden,[1] ama erkeğe eşit olarak ve onun suretinde yaratılmıştır.[2] Ama Tevrat yine de, erkeği kadına hakim olarak göstermektedir. Çünkü kadın, erkekten alınmış bir parçadır ve ondan sonra gelmektedir.[3]

Yeni Ahit'e göre de, kadınlar, erkekler için yaratıldığından erkekler baştır. Bu nedenle kadınlar, tıpkı Tanrı'ya bağlı oldukları gibi kocalarına bağlı olmalıdırlar.[4] Bununla birlikte erkeğin de ona karşı yükümlülükleri vardır. Mesela bir erkeğin karısını boşaması, yahut bundan sonra bir dulla evlenmesi zina sayılır. En iyisi hiç evlenmeden bekar yaşamalıdır.[5] Bu nedenle bazı Hıristiyan ilahiyatçılar, cinselliği kötü bir unsur olarak telakki etmişlerdir. Bu bakışın sebebi, Cennet'te Havva'nın Adem'e gösterdiği ağacın,[6] kadınla erkek arasındaki cinsî yaklaşmadan kinâye olarak ele alınmasıdır. Bu zihniyet, ruhbanlık anlayışını beslemiş ve üzerine kadının, erkeği baştan çıkartan bir günahkar olduğu yorumu eklenmiştir. Artık diğer bazı düşünürlerin çıkıp da, kadınla nikahlanmayı ve onunla ilişkiye girmeyi zorunlu birer kötülük olarak görmesi hiç de zor olmamıştır. Hatta kimi Azizler, daha da ileri giderek meşru ilişkiyi günah saymışlardır.

Bu durumda bir Hıristiyan için tek çare, dünyayı bekarlar manastırı yapmaya gayret etmektir. Zaten Meryem Ana da bekardır ve çocuğunu cinsi bir ilişkiye girmeden doğurmuştur.

Kur'ân-ı Kerim'e gelince. Kur'ân, kadının da erkeğin de tek bir öz (nefs) den yaratıldıklarını belirtir[7] ve bir insan olması yönüyle de, bir kul olması yönüyle de, kadını erkekten ayırmaz. Bu ikili İslam'da sadece, aile liderliği gibi yetkisel ve miras gibi yöresel-hukuki bazı konularda ayrı tutulmuşlardır. Kadın-erkek arasındaki fıtri alakanın, meşru yollarla cinsel ilişkiye dönüşmesini de Kur'ân, müspet görmüş, hatta evlenmeyi teşvik etmiş, nikahı kolaylaştırmıştır.

Ne var ki kadın-erkek arasındaki alaka, kimi zaman sonu düşünülmeyen, sonuna kadar süren, bir sevgiye dönüşebilmekte ve bu yönüyle, Allah sevgisini tehdit edebilmektedir. İşte bu nedenle Kur'ân, kadın-erkek arasındaki alakayı, diğer bazı meşru sevgiler arasında,[8] gösterirken, zımnen bunun Allah'ı kavuşmayı unutturmaması gerektiği uyarısında da bulunmuştur.[9]

İşte, "Allah sevgisi" ile "kadın sevgisi" arasındaki bu ilişki, Kelam ilminin fonksiyonunu büyük ölçüde Tasavvuf'a devrettiği asırlarda, Müslüman düşünürlerin gündemine oturur. Tasavvuf'un kısmen Kelamileştiği bu dönemlerde[10] Kur'ân dilindeki "sevgi" (hubb) kavramı, yerini başka bir Arapça kelime olan "aşk"a bırakır. Artık edip ve şairler, "Allah sevgisi" yerine, Kur'ân ve hadiste bulunmayan "Allah aşk"ından söz eder. Sofi düşünürler, bütünüyle "kadın aşkı" ile "ilahi aşk" arasındaki benzerliğe yoğunlaşırlar. Şâirler, bütün kadın isimlerini Leyla ile, Allah'ın bütün isimlerini de Mevla ile temsil eden metaforik bir aşkı terennüm etmeye başlarlar. Felsefe rengi almış Kelam'ın ve donmuş Fıkhın seyirci kaldığı bu süreç hız kesmeden günümüze kadar gelir.

Çağdaş bir şairimiz, "Bir de bakalım Leyla köşesinden, aşkın kadın adlı penceresinden" derken "sevgi" çoktan "aşk"a dönüşmüş, ardından "beşeri" ve "ilahi" diye ikiye ayrılmış, bütün kadınlar Leylâ, Tanrı da Mevlâ olmuştur. Bize yüz yıl öncesinden seslenen bir halk şairi de, "Mevlâ'ya şeklen aşık olanlar, surette kâkül-ü Leylâ'yı bilemezler" diyerek, Leylâ'yı anlamayanların, Mevlâ inançlarının da aslında yanlış bir mecrâda seyretmekte olduğunu dile getirmiştir. O kadar ki, Leylâ-Mevlâ ikilisi, kimi zaman iç içe geçer. Bursalı Şâir İsmail Beliğ'in[11] şu beytinde olduğu gibi:


"sakın sen kûy-i cânânı uzak dur
sanma ey mecnûn
seher yola giren âşık
gece leylâda akşamlar"


Burada Leylâ, arkasından aşkı deliliğe varmış bir mecnûnun koştuğu bir kadın mı, yoksa dünyaya gözünü kapatmış bir dervişin benliğini kuşatan Tanrı mı olduğu gayri muayyendir. Bir okuyuşa göre; "Mecnûn! Sen cânânın yurdunu uzaktır sanmayasın, seherde âşık olan, gece Leylâ'da akşamlar" anlamı bulunur. Bu durumda Leylâ bir dilberdir. Başka bir okuyuşa göre ise, "Leylâ" mecazıyla "Mevlâ" ya geçilir ve bu yolun çok çileli olduğuna dikkat çekilir. Beytin anlamı da şöyle olur o zaman: "Mecnûn dikkat edesin ha! Cânânın yurdu uzaktır. Seherde âşık olur olmaz, hemen Leylâ'da akşamlayacağını sanma."

Bu yaklaşımın temelini bulmak için, geriye gitmek, on üçüncü asır Anadolu'suna; Eskişehir'e, inmek gerekir. Burada Yunus Emre, "Leylâ, Leylâ" diyenin sonunda Mevlâ'ya kavuşacağını dillendirir. Konya'da geçtiği anlatıla gelen bir menkıbe de oldukça açıklayıcıdır. Mevlana, bir gün Tebrizli Şems'in ziyaretine gider. Kapıyı açtığında bakar ki Şems, Kimya hatunla uygunsuz vaziyettedir. Kimya hatun, ismi ileride karmaşık olaylarda zikredilecek olan güzel bir cariyedir. Mevlana, araladığı kapıyı yavaşça kapatır ve döner. Aradan yeterli bir süre geçtikten sonra tekrar gelir Şems'in kapısına. Aralayıp bakar. Şems yalnızdır bu sefer. Mevlana, üstadı Şems'in yanına girer ve bir süre önce Kimya hatunu da burada gördüğünü zannettiğini söyler. Şems de ona "O gördüğün Kimya suretinde tecelli eden Tanrı'ydı" der.

Tebrizli Şems'i ve Celaleddin Rûmî'yi tahfif amacıyla da söylenegelen bu menkıbe, aslında kadın konusunda üzerinde durulmaya değer bir düşünme tarzını yansıtmaktadır.

Sofi düşünürlerin dilinde, her varlık, Yaradan'ın isimlerinin birer tezahürdür. Bu tezahürlerin en yoğun olarak zuhur ettiği varlık ise, kuşkusuz, Allah'ın kendisine halife olarak belirlediği insandır. Diğer varlıklara nispet edildiklerinde, kadın ve erkek, bu mazhariyette eşit gibidirler. Ancak, varlıkların en sonunda yaratılan Adem, kainatın bir anlamda özeti olduğu gibi, kadın da Adem'den sonra yaratılarak onun özeti olmuştur. Bu nedenle, ikili arasındaki eşitlik bazı sofilerin dilinde kadın lehine değişebilmektedir.

O kadar ki İmam Rabbani (es-Serhendi[12]), bir kadının her yanında görülen tezahürlerin, Allah’ın görülmesi mümkün olan en üst düzeydeki tezahürleri olduğunu söyleyecek kadar ileri gider. Şeyhine yazdığı bir mektupta aynen şöyle demektedir:


"Bu tarikat edeplerine dair işlere devam ettiğim sırada, tam manası ile, her şeyden ayrı bir manada, Yüce Allah'ın Zâhir ismine bir zuhur yeri olma şerefine erdim. Bütün eşyada, tek tek bu tecelliyi gördüm, özellikle kadınların kisvesinde. Hatta ayrı ayrı her yanlarında. Bu kadınlar zümresine o kadar ram oldum ki anlatamam."[13]

Ancak, Sofî düşünürlerin kadınlarda gördüğü bu tanrısal tezahürler, erkeği cezbeden güzelliklerinde, yahut dişiliklerinde aranmamalıdır. İmam Rabbani'nin, başka bir mektubunda yine şeyhine şunları yazdığını görüyoruz:

"Bu yaratılış mertebelerinde zuhur eden tezahürlerden bazılarını; bundan önceki mektuplarımda bildirmiştim. Onlardan sonraki tecelliler, külli sıfatları özünde toplayan zorunluluk mertebesinde zuhur etti. Hem de; yüzü kap kara, kötü bir kadın suretinde göründü. Daha sonra da, birlik mertebesinde tecelli etti. Uzun boylu bir erkek suretinde göründü."[14]

İmam Rabbani, bu bakış açısıyla, Tasavvuf düşünce dünyasında elbette yalnız değildir. Ondan önce Celaleddin Rumî de bir manzumesinde,

"Kadın, Tanrı ışığıdır, sevgili değil; sanki yaratıcıdır; kadın yaratılmış değil"[15]

diyerek kadın-tanrı benzerliğine vurgu yapar.

Bu hususta en açık ve belki de en ileri sözler söyleyen ise elbette İbn Arabi'dir.[16] Kadının konumuna kendisine göre bir çerçeve çizdikten sonra şöyle der.

"Her kim, kadınlara bu sınır içerisinde sevgi duyacak olursa, bu ilahi bir sevgidir"[17]

Bu tür yaklaşımları doğru kavramanın en sağlıklı yolu, herhâlde bu konuda öncü sayılabilecek İbn Arabi'ye ve düşüncelerine yakından bakmaktır.

Çok yönlü görülen birkaç isim mütalaa dışında tutulursa, İslam düşünce tarihinde üç ana mektepten söz edilebilir:

1- Bilgide sırf "vahy"i esas alanlar.
2- Vahye, "akıl"la bilgilenme yolunu katanlar.
3- Vahye, "keşif"le bilgilenme yolunu katanlar.

"Nass" dışında hiçbir bilgiye itibar etmeyen, yorumu dahi ancak başka bir "nass"la yapan selef uleması birinci mektebi oluşturur. İbn Teymiye[18] gibi, usulde selef ulemasını izleyen Kelamcılar bunlardandır.

İkinci mektebi oluşturanlar Peygamber’le birlikte Aristo’yu başlama noktası alırlar. Doğru olanın peygambersiz de bulunabileceğini belirten İbn Rüşd ve benzeri Meşşâî filozoflar gibi bu mektebi izleyenler vahye, aklî yorumlar getirmenin ötesinde, aklı, bilginin ikinci kaynağı olarak görmüşlerdir.

Üçüncü mektebe gelince. Bunlar, vahiyle birlikte keşfi, bir anlamda Peygamber’le birlikte Eflatun’u devreye sokarlar. "Nass"a keşfe bağlı yorumlar getirmenin dışında, kimi zaman nitelikli sezgiyi vahiymiş gibi dini bilginin kaynağı olarak görürler. Sühreverdî benzeri İşrâkî sufiler bu mektepte yer alır.

İbn Sina gibi çok yönlü görülen bazı düşünürleri, bu mütalaanın dışında tutmamızın tek sebebi, onların kimi yerde bir Kelamcı, kimi zaman sezgiye dayanan bir İşrakî, bazen de tamamen aklı önceleyen bir Meşşaî filozof gibi konuşmalarındandır. İbn Sina'nın okuyucusu, zaman zaman Felsefeyi yahut Sezgiciliği Dine mi, yoksa Dini Felsefeye yahut Sezgiciliğe mi yamadığını kestiremez.

İslam düşünce dünyası, yukarıda hülasa etmeye çalıştığımız üç zümrenin de dışında yer alan ve çok yönlülükte İbn Sina'ya da benzemeyen bazı isimlere daha tanık olmuştur. Onları bir yönleriyle üç mektebin birisinden düşünmek mümkün iken diğer bir yönleriyle da başkasından saymak daha isabetli görünür. Kimi zaman bir İşrakî gibi görülse de, başka bir açıdan bakıldığında tam bir Kelamcı sayılabilecek, Gazzalî işte böyledir. Kur'ân ilimlerine irfan katmış, Kelam ilmini de Tasavvufa yaklaştırmıştır.

Gazzalî'nin tersi bir örnek de kuşkusuz İbn Arabi'dir. O aksine, Kur'ân ilimlerini, irfan yolunun delilleri olarak kullanmıştır. Bu hususta, delil getirme yoğunluğuna bakılırsa o ilktir. O kadar ki bir ayet yahut hadisle hareket ettiğinde, okuyucusu başlangıçta İbn Arabi'yi tam bir Kelamcı zannedebilir. Ama çoğu zaman vardığı son durakta, müellifin kendisini tam bir İşrakî olarak karşıladığını görür.

İbn Arabi, çoğu zaman, varlık üzerine düşünen birisidir. Varlığa, "vahiy" ve "keşif" diye adlandırabileceğimiz iki pencereden nazar eder. Girdiği vadide süratle ilerlerken, ikide bir "sorumluluk" engeliyle karşılaşsa da, sürekli aradığı "varlık" problemine "nass"a dayalı bir çözümdür.

Aslında "insanın sorumluluğu", "varlık" meselesini konu edinen herkesin baş sorusu olmuştur. Ancak bunu İbn Arabi kadar önemseyen, problemliğini itiraf eden ve sonunda hayretini dile getiren başka birisi yok gibidir. Onu izleyenler kimi zaman, bakışlarını salt sorumluluk engelini tanımaya yönlendirdiğini bile zannedebilir. Şer'i düşünce sınırlarını bunca zorlayan yorumlarına rağmen, İslam aleminde ona yönelmiş görülen tükenmez rağbetin temelinde belki de bu açık sözlülüğü yatmaktadır.

Klasik dönem düşünce dünyasında, varlık üzerine konuşanların kimileri, içinde yaşadığımız bu evreni hayal görürler. Onlara göre hiçbir şey yoktur. Bunlar, sorumluluk anlayışına yanaşmayan "hiççiler"dir. Bir de "ikiciler" vardır ki; kavranabilen bir de, hissedilebilen iki varlıktan söz ederler. Bunlara göre hissedilen madde de geri planda kavranabilen ruh da bağımsız birer tanrı gibidir. Bir insan iki ayrı Tanrıya sorumlu olamayacağı için bunlar açısından da sorumluluk sorunu cevap bulamaz. Bir de birciler vardır ki iki ayrı okul oluşturmuşlardır. Maddeci ve ruhçu birciler. Maddeci birciler, her şeyin aslının, yaratıcı bir güç olduğunu kabul etmekle birlikte "sadece sonlu vardır" diyerek netice onlar da bu hayatta sorumluluk kabul etmezler.

Geriye ruhçu birciler mektebi kalmaktadır. Bunlara göre, görülen bu varlık, görülemeyen, mutlak, değişmez ve ebedi olan başka bir varın tezahürüdür. Onlara göre gerçek olan madde değil, duyu aleminden ayrı, kavranabilir bir "idealar" alemidir. O güneş gibi, ısı veren, ama asla eksilmeyen Tanrı'dır. Plâton (Eflatun)[19] işte bu ruhçu bircilerdendir. Onun bu düşünceleri zamanla, irfan yerine, felsefeyi, metafizik yerine mantığı önceleyen akılcılar ve salt ruhçular olmak üzere iki kola ayrılır. Ruhçu kanadın öncüsü İslam dünyasında Yunanlı Şeyh diye bilinen Plotinos’tur.[20] Plotinos, Tanrı’nın, ruh, zeka ve birlik olarak üç oluş halinde tezahür ettiğine inanır. Ona göre mutlak iyiye ulaşmanın şartı da saf ahlak ve "vecd"dir.

İşte Kabbala[21], Vedantizm[22], Brahmanizm[23], Mandeizm[24] ve Hermetizm,[25] bu felsefeyle uyumlu öğretilerdir. Hıristiyan gnostikleri ve Yuhannacıları da bu cümleden sayabiliriz.

Müslümanlardan Hallâc-ı Mansur, İbn Meserre, İbn Berrecan, İbn Farız, İşrak okulunun kururcusu Sühreverdi, Dürzi teozoflar, İsmaililer ve İhvân-ı Safâ mensupları da çoğu zaman bu mektebin izleyicileri olarak mütalaa edilirler.

İbn Arabi'nin, varlığın açığa "çıkış"ını izah ederken üzerinde durduğu "beş hazret" terimi de işte bu öğretiyle yakından ilgilidir. İbn Berrecan ve İbn Farız gibi diğer bazı sofilerin de esasta beşe, bazen de yediye ayırdıkları her bir hazret, Tanrının zatından başlayarak kademe kademe aşağıya doğru inen tezahürleridir. Bu durumda aşağıdaki her hazret, bir yukarıdakinden daha dar olsa da o alemin özelliklerini yansıtan bir ayna gibidir.

Bu öğretide, insan, diğer bütün hazretlerin özelliklerini taşıyan son hazrettir.

Ne var ki İnsanın Tanrı'ya karşı olan sorumluluğu, bu tür izahta da cevabını bulamaz. Neticede esasta sorumlu tutan ile sorumlu tutulan diye iki ayrı varlık yoktur. Çünkü Tanrı, bütünüyle insan değilse de, insan bütünüyle Tanrının tezahürüdür. Bu muhakemede kimin kime karşı sorumlu olacağını lafızlarla açıklamak ise imkansız gibidir.

Bu nedenle İbn Arabi "sorumluluk" üzerine sorduğu her soruyu "hayret" üzerine oturtmaya çalışır ve şöyle der:


“Rab Hak’tır, kul da Hak!
Ah bir bilsem! Kimdir sorumlu?
Kuldur dersen, kul diye bir şey yok,
Rab’dır dersen, Rab nasıl olur sorumlu!”


Ama İbn Arabi, burada durmaz. Sorunu çözmek için daha çok "lügavî tefsir" yöntemiyle "nass"tan deliller arar. Arayışında açık sözlü ve samimi görünür. Varlığı izah ederken, Tanrı'nın kendisi insan olmasa da, insan olarak tezahür eden şeyin bir Tanrı olduğu sonucuna varmıştır. Bu nedenle, O ona, o da O'na sorumludur der. Zaten Allah da Kur'ân'da, "Beni zikredin, ben de sizi zikredeyim"[26] demektedir.

İbn Arabi'nin bu izahları için Füsusu'l-Hikem adlı baş eserine bakmak yeterlidir. Yine bu eserdeki İsa Fassı'nda, anlayışını bu seviyeye yükselttiği okuyucusuna, "İsa'ya ibadet edenlerin bile, gerçekte Tanrı'ya ibadet etmiş olduklarını" fısıldamaktan çekinmez. Çünkü, Hz. İsa da, Tanrı'nın bir "ol" emriyle "kelime" olarak açılımıdır. Bu açılım ise fiil hâlindedir, her şey sürekli oluştadır. Allah, olmasını istediği şeye ol der, olur.[27] Allah, şu ya da bu ırktan olmadığı için, sözü de salt bir lafız değil, varlığın kendisidir.

Bu nedenle, "ol" hem bir emir (kelime), hem söz (kavl), hem de bir varlık (kevn) tır.

Bunların biri Yaradan'a nispetle ne ise diğeri de odur. Yaradan'ın kelimesi, varlığın kendisi, varlık ise Yaradan'ın kendi isimleridir. Çünkü isimler, varlıkların deruni yapısını, tabiatını ve iç sırlarını yansıtır. O hâlde varlık da onu açığa çıkaran "dil" de kutsaldır. Dili tahrif etmek, yaratılanı tahrif etmek gibi şeytani bir iştir. Kelam (kavl) Hak ise,[28] varlık (kevn) da Hak'tır. Kelam kadim ise kevn de kadim, kelam ebedi ise varlık da ebedidir.

"Kelam" ın söylenişi böyle olduğu gibi onun yazılışı dahi böyle olmalıdır. Kelimeler ve hatta harfler, insanı da eşyayı da etkileyen bir güce sahiptir. Bu durum, ‘seviyorum’ sözünün, karşı cinsi etkilemesi ve kanını hareketlendirmesi gibidir. Bu kelime, bir kağıda yazılıp sevgiliye verilince de yine aynı tesir oluşacaktır.

Hükümdarın etrafında pervane olan askerleri tesir altına alırsan, hükümdarı kendine kul edersin.

"Ebced", "cifr" ve benzeri şeylerin temeli de işte bu anlayışa dayanır. Her unsurun bir iksiri, her iksirin de bir ilmi vardır. O ilmi tahsil edenler, insan vücudundaki nâkıs filizleri, kemal derecesine ulaştırırlar. Bakırı altın, demiri gümüş, taşı maden, madeni canlı, canlıyı hayvan, hayvanı da insan yapabilirler. Bu nedenle o ilim, çocuk, hırsız ve ahlaksız gibi ehil olmayanlara öğretilemez. Okullarda okutulmaz, kitaplarda bulunmaz.

Adem'e öğretilen isimler, Hakkın tezahürü olan halkın isimleridir. Tanrı onları tanınmak için halk etmiştir. "Halk" ise hem yaratmanın kendisi ve hem de yaratılanın kendisidir. Şimdi birer tezahür olan bu isimlerin her birini, mükemmel bir tanrı sanmak yanlıştır. Bu kabul, insanı teşbihe götürür ve şirk olur. Oysa bütün güzel isimleri Allah’a ait bilmede tenzih vardır ve bu yol insanı tevhide götürür.

Bu nedenle, sadece üç isme bağlanıp kalan Hıristiyanlar yanılmaktadır. Güneşe yönelen de sonunda Allah'a yönelmiş olur. Ama sadece İsa ve Meryem değil, çakıl taşları da Tanrı'dandır. Allah’ın kelimeleri bitmez.

Yani İsa, Adem gibi "hazreti insan"dır. İnsan ise nihâi bir gerçektir, bütün hazretler kendisinde görülen modeldir. Bütün isimlerin tecelli yeridir. İçinde büyük alemler dürülmüş küçük bir alemdir. Hata ve sevabı, iman ve küfrü, ilim ve cehli, ruh ve maddeyi "ünsiyet" edebilen kapsayıcı bir alemdir. Tanrının, hayat, ilim, semi, basar, irade, kudret ve tekvin sıfatları onda birleşmiştir. O hem cam gibi beşer ve hem de ışık gibi adem tabiatlıdır. Görünüşte ayrı olan iki varlık alanı, tam olarak ona yansımıştır. İki deniz, onda birleşmiş, "elif" ve "nun" sadece onun dilinde "ene" kelimesini oluşturmuştur.

Bir Tanrı konuşabilmektedir, bir de Adem.

Bu nedenle, Adem meleklere peygamberlik edip (enbee) bütün isimleri onlara bildirmiştir. Evren, şişman, zayıf, uzun, kısa vs. gösteren tezahür aynalarının sarayıdır. Adem, işte bu sarayda Allah’ı tam yansıtan bir tür aynadır. Hakk’ın suretindedir, onun halîfesi yani vekilidir.

Âdem’in bedeni, halifelik yapacağı bu evrenin fizik yapısına uygun olarak çamurdan yapılmıştır. Bir halife olarak, bütün varlıkların muhtaç olduğu özelliklerle donatılmıştır. Dışı böyle olduğu hâlde, içi başka bir alemi yansıtır. Tanrı kendi ruhundan üfürmüştür. Bu nedenle içi Hakk’ın işitmesi ve görmesiyle inşa olunmuştur diyebiliriz.

Nitekim İbn Arabi, Füsus'ta "Adem, hem halk hem de Hak’tır" demektedir.


Kur'ân'da “Ey İnsanlar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık" diye başlayan bir ayet, "Allah indinde en üstün olanınız takvada en ileri olanınızdır" şeklinde son bulur.[29] İbn Arabi'ye göre, kadın ve erkeğin bu eşitliği, insan cinsine dahil bulunmaları cihetiyledir. Nitekim ayet de insan cinsine hitap etmektedir. Yoksa kadın elbette erkek gibi değildir. Çünkü kadında, bir aşağıda olma durumu söz konusudur. Zaten, hükmen ve duyumsal olarak erkeğin altında olmasından dolayı da alçak gönüllüdür.

Kocası bulunmayan bir kadından doğan İsâ (as.) ın alçak gönüllülüğü de bundandır. Hz. İsâ, tevazuunun gereği olarak, kendilerine bir tokat atılacak olsa, tokat atan kimseye karşı gelmemelerini, öbür yanaklarını çevirmelerini ve kısas istememelerini bir şeriat kılmıştır.

Hz.İsa'nın işte bu mütevazı davranışı, kendisine annesi yönünden gelmektedir.

Her dilde, bir kavram için, kısmi eş anlamlı sözcükler konmuş olabilir. Türkçedeki bayan, hanım, kadın ve karı sözcükleri böyledir. Aslında "şişek", kuzulama dönemine henüz girmiş iki yaşında koyun demek olduğu hâlde, Anadoluda kimi yörelerde, evlenmemiş genç kızlara şişek dendiği bilinmektedir. Bunları, çağrıştırdıkları anlam farklılıkları nedeniyle yerine göre kullanırız. Arapça’da da, "nisâ", "ünsa" ve "mer’e" sözcükleri kadın anlamında kısmî eş anlamlıdır. Aynı anlam için konmuş olsalar da bağlamlarına göre farklı çağrışımları olacağı muhakkaktır. Koyun anlamındaki "na’ce" ve "ganem" de böyledir. "Ganem", salt koyun anlamında kullanıldığı hâlde, "na’ce" sözcüğü bulunduğu kümede mecaz olarak kadın anlamına da gelmektedir.

Arapça'da, ilişkilerinin cinsine göre erkek ve kadın anlamında farklı kelimeler kullanılır. "el-Mer'ü" erkek, "el-mer'etü" kadın demektir. "er-Racül" ve "en-nisâ" sözcükleri de, erkek-kadın karşılığındadır. "Zeker" ve "ünsâ" kelimeleri de böyledir. Son iki isim, Kur'ân'da, bu ikilinin erkeklik ve dişiliklerine göre bir adlandırmadır.[30]

İbn Arabi'ye göre, Kur'ân'ın, kadın için kullandığı "nisâ" kelimesi, sözlükte "sonradan gelen" anlamında,[31] yaratılışta erkeğe nispetle, "sonradan olan kadın” demektir. İşte erkek ve kadın arasındaki ilişkilere bu noktadan bakıldığında ikisi de insandır. Ama öncelik ve sonralıktan dolayı aralarında bir rekabet hissi vardır. Bu nedenle Tanrı, önceden olan erkeği (rical) sonradan olan kadına (nisâ) başkan (kavvâm) seçmiştir.[32] İkisinin insan olarak yeryüzünde halife oluşu gibi, erkek cinsi de, bir anlamda kadın cinsinin halifesidir.


Ancak diğer yandan da bu iki cins, birbirlerinden olmaları cihetiyle, aralarındaki beşeri arzuların hepsini geride bırakan şiddetli bir bütünleşme arzusu içindedirler. Çünkü biri erkek (zeker), diğeri de dişi (ünsa) dir. Birleşmeleriyle yeni halifeler meydana getireceklerdir.

İşte bu şiddetli arzular İbn Arabi'nin kadına bakışında başka bir anlam kazanmaktadır.

Allah, Adem'e şevk duymaktadır. Allah'ın bu şevki sonunda kendisinedir. Çünkü, onu kendi suretinde yaratıp sonra da kendi ruhundan üflemiştir. Kadının durumu da tıpkı böyledir. Allah, Adem'den, kendisi suretinde ve iştiyak duyacağı bir kişi ortaya çıkarıp ona "nisâ" demiştir. İşte bu nedenle kadın, erkeği vatanı gibi, erkek de onu kendi parçası gibi ister. Kadının adet olarak; erkek evine gelin olarak gitmesi, erkeğin de; onu kuşatmak, korumak hatta onun sahibi olmak istemesi bundandır.

İbn Arabi'ye göre, sevginin yönü, varlığı kendisinden olana dönüktür. Hâl böyle olunca, erkek, varlığı kendisinden olan Hakk’ı, kadın da varlığı kendisinden olan erkeği sever.

Kadınlar, erkeklere sevdirildi ve onlar da kadınlara şevk duydu. Bu, bütünün kendi parçasını çekmesi türündendir. İnsanın Hakk’ın zuhurunun bir kısmı olması gibi, kadının da, erkeğin bir parçası olmasından dolayıdır.

Allah, kendi sureti üzere olan insanı nasıl seviyorsa, kadınları da erkeklere öyle sevdirdi.

İşte bu nedenledir ki Hz. Peygamber bir hadislerinde, “Bana dünya(nız)dan üç şey sevdirildi” demiş,[33] "severim" dememiştir. Daha sonra da sırayla güzel kokuyu ve namazı anmış ardından da namazın gözünün aydınlığı kılındığını söylemiştir.

Peygamber (as.) ilk olarak kadınları anmış ve namazı en sona bırakmıştır.

Çünkü, insanın kendisini bilmesi Rabbini bilmesinden önce gelir. Rabbini bilmesi de, zaten kendini bilmesinin sonucudur. Kendisini bilmeyen Rabbini bilemez. İşte bunun için Peygamber Allah'ı anma yeri olan namazdan önce, kendisinden olan kadını anmıştır.

Erkek-dişi arasındaki şiddetli arzu sonunda, çiftleşmeye varır. Bu, kınanması gereken bir suç mudur? Yahut hayvanlardaki gibi, iki tarafın kısa bir süre sonra unutacakları, biyolojik bir durum mudur?

Bazı din ve kültürler, cinselliği her yönüyle karalayıp kötüledikleri hâlde, İslâm, tarafların meşru hukuka uymaları şartıyla onu olumlu görür. İbn Arabi ise bu olumlu bakışı daha da ileri götürmektedir. Onun izahında, insanın bu biyolojik durumu, en mükemmel görülen metafizik bir durumun sebebidir. Çünkü cinsellik, ilahtan olan bir ruhun beşeri olana nüfuz etmesine zemin hazırlamaktadır. Taraflar, çiftleşme ile, Allah’ın halifesinin yeryüzüne inmesini sağlamaktadırlar. Böylece Allah bilinmiş olacaktır.

Ayrıca, Hak, hiçbir zaman maddeden soyut olarak sonsuza dek müşahede edilemeyecektir. O, Zatı’nda alemlerden ganidir. Hakk’ın görülmesi bu yönden olanaksız olup, ancak maddede söz konusudur. Kadınlarda görülmesi ise, Hakk’ı görmenin en kâmil olanıdır.

İnsan, Allah’ı kadında temaşa ettiğinde, bu pasif bir temaşadır; eğer O’nu, kadının erkekten geldiğini görerek kendi mevcudiyetinde düşünürse, o zaman bu aktif bir temaşa olmuş olur. Kişinin Allah’ı kadında temaşa etmesi ise en mükemmel olanıdır, zira Allah hem aktif, hem de pasif olduğundan, hangisi temaşa edilirse edilsin, temaşa edilen sonuçta Allah olacaktır.

Bir erkek, bir kadını sevdiğinde, aşkın amacı olan kavuşmayı diler. İnsanın bu maddi yapısında kadın ve erkeğin birleşmesinden daha büyük bir kavuşma yoktur. Bunun için de cinsel birleşme en büyük kavuşmadır. Neticede kadın ve erkeğin bir birlerine olan alakasının, mümin kulların Allah'a olan alakasından farklı bir tarafı yoktur.

İbn Arabi, çiftleşmeden sonra dini bir emir olan gusle de bu perspektiften bir izah getirir. Füsus'un son bölümünde “İşte bu nedenle, Tanrı, kullarının kendisinden başkasıyla kavuşarak en büyük haz ve lezzeti duyduklarını sanmalarını istemez. Başkasından kendisine dönsünler diye de boy abdestiyle arınmalarını ister. Birleşme neticesinde kadın ve erkeğin bütün bedenine şehvet yayıldığı için de bedenlerinin tamamını yıkamalarını emreder" der.

Eski Ahit, bir kadının aralarında nikah bulunmayan bir erkeğe "ecnebi" olacağından söz ettiği bir bölümde, bir peygamberin ağzından şöyle der: “Oğlum, sözlerimi tut, ve emirlerimi yanında sakla. Emirlerimi tut ve yaşa; ve öğrettiğimi gözünün bebeği gibi koru. Onları parmaklarına bağla; Onları yüreğinin levhası üzerine yaz. Kendini yabancı kadından, sözleriyle yaltaklanan ecnebi kadından kurtarmak için, hikmete, sen kız kardeşimsin, de; ve anlayışı akraba diye çağır.”[34]

Tevrat'a göre, nikahlıların ilişkisi meşrudur ama ecnebi kadından kaçınmalıdır. Meşru bir ilişkide bulunanların ikisi de yıkanmalıdır.[35] Hatta, kadının yatağına, yahut giysilerine dokunan erkeğin kendisi yıkanması gerektiği gibi giysilerini de yıkaması gerektiği emredilmektedir.[36] Bu yıkanmanın sebebi, ilşki sonunda tarafların "pis" telakki edilmelerindendir.

Tevrat'ta, konumuz açısından dikkatimizi celbeden bir nokta daha vardır. Çıkış bölümünde Allah'a yaklaşmaya mukabil, cinsellikten uzaklaşmaya temas edilir. Hz. Musâ, peygamberliğine tanıklık etmeleri için kavminden seçtiği insanları arındırır ve onlara üç gün cinsel ilişki de bulunmamalarını emreder. Çünkü mukaddes Sina Dağında Rabb'ın Hz. Musâ'ya konuşmasına tanıklık edeceklerdir.[37]

Bu, Kur'ân'ın itikafta ve oruç gibi ibadetlerde zikrettiği cinsellik yasağına benzemektir.

Kur'ân-ı Kerîm, Adem ve eşini Cennetten çıkaran bir "yasak ağaç" tan söz eder. Bu, ne ağacıdır? Eğer bu simgesel bir ifade ise neyi simgeler?

Kurân, kadın erkek ilişkisinden söz ederken genelde mecaz kullanır. Ayette kimin önce yediğinden söz edilmemesine, "yeme" fiilinin, Âdem ve Havva’nın ikisine birden nispet edildiğine bakılırsa bir mecaz var gibidir. Kur'ân, başka bir yerde, Âdemoğullarına uyarıda bulunurken; "Şeytan, ananızın babanızın bedenlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak Cennet’ten çıkardığı gibi, sakın sizi de aldatmasın" der.[38] Acaba bu ayet, Cennet'te yenmesi yasaklanan ağacın cinselliği simgelediğinin bir delili olabilir mi?

Eğer bu doğruysa, içinde bulunduğumuz alemde, insana Allah'ı en unutturan şeyin kadın cinselliği olduğu yorumuna kapı açılabilir. En azından, onun, dünyevi zevkleri temsil ettiği düşünülebilir. Aslında insanlığın genel tarihinde kadın uğruna olup bitenler göz önüne alınırsa, "kadın sevgisi" böyle bir temsile yakışır da.

Kur'ân, kadınların erkekler için, erkeklerinde kadınlar için bir elbise olduğu mecazının bulunduğu bir başka bölümde de, onların oruçluyken, mescitlerde itikafta iken[39] ve bir de hacda[40] iken cinsel ilişkide bulunmalarını yasaklar. Bu anlaşılabilir bir durumdur. Çünkü bunlar birer ibadettir. İbadetler de insanı Allah'a yaklaştırması için yapılır. Kişiyi bu hedefinden uzaklaştıracağı için, bu durumlarda diğer bazı yasaklar arasında cinsellik de sayılmıştır.

Acaba Allah'a giden yol ile, kadın erkek arasındaki arzuyu mukayese eden bu ayetlerde, yukarıda hülasa edilen "Hazret noktainazarından kadın" meselesine bir mesnet var mıdır?

Bizce hayır. Çünkü, erkeği kulluk hedefinden uzaklaştırabilecek kadın olduğu kadar, kadını da o hedefinden alıkoyan erkek olabilir. Ayrıca, kadın ve erkek, her zaman birbirleri için, Allah'tan en uzaklaştıran bir sebep de olmayabilirler. Bu en azından herkes için ve her zaman böyle olmayabilir.

Kur'ân'da cinselliği ve Allah korkusunu bir arada zikreden bir ayette, "Kadınlarınız sizin için bir ekinliktir, o hâlde, ekinliğinize istediğiniz gibi gelin. Fakat kendiniz için hazırlık yapın, Allah’tan korkun ve bilin ki O’na kavuşacaksınız"[41] denir.

Bu ayette, Allah'a kavuşmak sanki kadınlara yaklaşmanın mukabili olarak zikredilmektedir. Kadına cinsel yaklaşım ile, Tanrıya mülaki olmak arasında bağ kuranlar, bu ayetlere dikkat etmiş midir, bilemiyoruz. Ancak açıktır ki son ayetteki "ekinlik" kelimesiyle, kadınlık uzvu toprağa, erkeğin suyu tohuma, doğacak çocuk da ürüne benzetilerek, erkeksi arzuların sürekli ön plana taşıdığı kadının bezenmişliği adeta örtülmüştür. Ayetin bulunduğu yerde, sözün akışına bakılırsa, bu istiarenin başka bir sebebi de, cinsel ilişkide ahlakî olmayan bir yolu onlara yasaklamak olduğu anlaşılacaktır. Bu nedenle, o çirkin fiil zikredilmeden, ürün ve verimlilik sembolü olan tarla temsili getirilmiştir. Böylece, ilgiler cinsel zevk düşkünlüğünden, nesil olgusuna yönlendirilmiştir.

Nitekim, kadınların insanlar için bezenmişliğinden söz eden ayet de, "kadın sevgisi" ni, Allah'a varmayı diğer meşru sevgiler arasında gösterir: "Kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları, salma atlar, davarlar, ekinler gibi şehvetlerin sevgisi insanlara bezenmiştir"[42] der.

Eğer tutkuya dönüşen bütün sevgiler aşk sayılıyorsa, kimilerinin "altın ve gümüş"e karşı insanı kör eden tutkusu da "aşk" sayılmalıdır. Eğer kadına yönelen aşk, mecaz olabiliyor ve Leylâ'nın aşığı, sonunda Mevlâ'ya kavuşuyorsa, insanlar için bezendiği kadınlarla birlikte anılan altın ve gümüşe olan aşkın da sonunda düşkünlerini Mevlâ'ya ulaştırması gerektirdi.

Vakıa elbette öyle değildir.

Ancak itiraf etmek gerekir ki İbn Arabi'nin üzerinde durduğu aşk, iki ayaklı erkek hayvanın dişisini şiddetle arzulaması anlamında değildir. O der ki:

"Kim kadınlara şehvet yoluyla bir sevgi duyarsa, kadın ona ruhtan yoksun bir suret gibi olur. Hazzın kime ait olduğunu bilmeksizin, eşine veya başka bir kadına yalnızca ondan haz almak için dokunan kişi açısından, yöneldiği o suretin ruhu yoktur. Onlar sadece hazzın kendisine, haz aldıkları mahalle sevgi duyarlar."

Aslında Kur’ân-ı Kerîm, başka bölümlerde "kadın sevgisi" ni diğer bazı sevgilerden de ayırır. Mesela Kur'ân'ın, insanı Hak’tan eğleyen şey anlamında "lehv" dediği sevgiler vardır. Bunların başında, servet biriktirmeyi ve oğullarla övünmeyi saydığı[43] hâlde kadını anmaz. Ticaret ve alışveriş tutkusu da Kur’ân-ı Kerime göre bu "lehv" lerdendir.[44] Dahası, Kur’ân’a göre oyalayıcı her türlü söz[45] bile bu cinsten olabilir.[46]

Ama bütün bunlar arasında "kadın" yoktur.

Meseleye öteki hayatta kadın-erkek ilişkisi açısından da bakmakta fayda vardır. Kur'ân'ın, inananlara vaat ettiği şeyler arasında cinsellik var mıdır? Eğer varsa İbn Arabi'nin yaklaşımı açısından ne ifade eder?

Kur'ân, inananların öteki hayatta; gözünün beyazı şiddetli beyaz, karası da şiddetli kara olan, âhû gözlü, temiz bakışlı, sağlıklı, değerli bir inci gibi saklanan, aynı yaşta olan, gün görmemiş, bakire ve güzel kadınlarla[47] eşlendirileceğinden[48] bahseder. Şüphe yok ki bu ifadeleri tamamen lafız anlamlarıyla alamayız. Çünkü bu, başka alemdeki bir hayatı tasvir eden temsili bir üsluptur. Gerçi bu ayetlerde eşlendirilmekten söz eden "z-v-c" köklü kelime, ahiret hayatında da buradakine benzer bir cinsellik bulunabileceğini anlamamız için yeterli değildir. Çünkü kadın ve erkek bir "zevc" oldukları gibi, her şey "zevc" yaratılmıştır, [49] hatta, erkek ve kız kardeşler de bir "zevc" oluştururlar.[50] Ahiretteki belki de, cinsel olmayan bir birlikteliktir. Ama yine de sözü edilen kadın erkek ilişkisinin bir şekilde ahirette de süreceğini anlayabiliyoruz.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz. Kur'ân-ı Kerim, "kadın sevgisi" ni, kulu Allah'a ulaştıran mecazî bir aşk olarak göstermediği gibi, onu "lehv" cümlesinden de saymaya da kapı açmaz. Kur'ân'ın kadın ve erkeğe önerdiği, fıtri istidatlarına uygun mutedil bir hayat yaşamaları ve bir de bu hayatın geçici olduğunu bilmeleridir. İlk Müslümanların örnekliğinde görülenler de bundan farklı değildir.


[1] "Rab Tanrı Adem'e derin bir uyku verdi. Adem uyurken, Rab Tanrı onun kaburga kemiklerinden birini alıp yerini etle kapadı. Adem'den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın Yaratarak onu Adem'e getirdi. Adem, «İşte, bu benim kemiklerimden alınmış kemik, Etimden alınmış ettir» dedi, «Ona ‘Kadın' denilecek, Çünkü o adamdan alındı.»

(İbranice adam "İş" sözcüğünden, kadın "İşşa" sözcüğünden türemiştir.) Bu nedenle adam annesini babasını bırakıp karısına bağlanacak, ikisi tek beden olacak. Adem de karısı da çıplaktılar, henüz utanç nedir bilmiyorlardı." Tekvin 2/21-25.

[2] "Tanrı, «İnsanı kendi suretimizde, kendimize benzer yaratalım» dedi, «Denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, evcil hayvanlara, sürüngenlere, yeryüzünün tümüne egemen olsun.» Tanrı insanı kendi suretinde yarattı. Böylece insan Tanrı suretinde yaratılmış oldu. İnsanları erkek ve dişi olarak yarattı." Tekvin 1/26-27.

[3] "Rab Tanrı kadına, «Çocuk doğururken sana çok acı çektireceğim» dedi, «Ağrı çekerek doğum yapacaksın. Kocana istek duyacaksın, seni o yönetecek.» Tekvin 3/16.

[4] "Ey kadınlar, Rab'be bağımlı olduğunuz gibi, kocalarınıza bağımlı olun. Çünkü Mesih bedenin kurtarıcısı olarak inanlılar topluluğunun başı olduğu gibi, erkek de kadının başıdır. İnanlılar topluluğu Mesih'e bağımlı olduğu gibi, kadınlar da her durumda kocalarına bağımlı olsunlar."Efesliler'e Mektup 5/22-24.

[5] "Ben size şunu söyleyeyim, karısını cinsel ahlaksızlıktan başka bir nedenle boşayıp başkasıyla evlenen, zina etmiş olur. Boşanmış kadınla evlenen de zina etmiş olur.» Öğrenciler İsa'ya, «Eğer bir erkekle karısı arasındaki ilişki buysa, hiç evlenmemek daha iyi!» dediler. İsa onlara, «Herkes bu sözü kabul edemez» dedi. «Ancak böyle bir Tanrı vergisine sahip olanlar kabul edebilir. Çünkü doğuştan, ana rahminden çıktıklarında hadım olanlar bulunduğu gibi, insanlar tarafından hadım edilmiş olanlar ve kendilerini Göklerin Egemenliği uğruna hadım saymış olanlar da vardır. Bunu kabul edebilen, kabul etsin!» Matta 19/12.

[6] " Tanrı biliyor ki, o ağacın meyvesini yediğinizde gözleriniz açılacak, iyiyle kötüyü bilerek Tanrı gibi olacaksınız.»

Yaratılış 3/6. "Kadın ağacın güzel, meyvesinin yemek için uygun ve bilgelik kazanmak için çekici olduğunu gördü. Meyveyi koparıp yedi. Yanındaki kocasına verdi, o da yedi." Tevrat, Yaratılış 3/5-6

[7] "İnsanlar! Sizi tek bir özden yaratan, eşini dahi ondan var eden ve o ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar çoğaltan Rabb’inizden korkun." Nisâ 4/1

[8] "Kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları, salma atlar, davarlar, ekinler gibi şehvetlerin sevgisi insanlara bezenmiştir." Âl-i İmrân 3/14.

[9]"Kadınlarınız sizin için bir ekinliktir, o hâlde, ekinliğinize istediğiniz gibi gelin. Fakat kendiniz için hazırlık yapın, Allah’tan korkun ve bilin ki O’na kavuşacaksınız" Bakara 2/224.

[10] Ebu Hamit Gazzali'den itibaren. Gazzali'nin vefatı 1111.

[11] Beliğ'in vefatı 1729.

[12] İmam Rabbani'nin vefatı 1624.

[13] Mektubat, Birinci mektup.

[14] Mektubat, Ondördüncü mektup.

[15] Mesnevi 1/2446.

[16] İbn Arabi'nin vefat 1238.

[17] İbn Arabi, Füsus'ul-Hikem, Muhammed Fassı.

[18] İbn Teymiye'nin vefat 1328.

[19] İ.Ö: 347 Plâton'un gerçek ismi bilinmiyor. Ona verilen bu isim uzun ve geniş anlamında bir kelimedir. İslam dünyasında da Eflâtun diye meşhur olmuştur.

[20] İskenderiyeli, M.S. 270.

[21] Tevrat’ın Tekvin kitabına dayandırılan, tabiat üstü varlıklarla ilişki kurma öğretisi.

[22] İlk illet çoğalmak istedi ve çoğaldı. (Brahmanizmin ilk hâli.)

[23] Nesneler Brahman, ya da mutlak hakikattir. Tekamül reankarnasyonla mümkün olur.

[24] Aziz Yahya’yı kusursuz lider bilirler.

[25] Simyacıların büyüyle ilgili öğretilerini benimseyenler.

[26] "O hâlde anın beni, anayım sizi ve şükredin de bana nankörlük etmeyin." Bakara 2/152.

[27] Yasin 36/82.

[28] En’am 6/73.

[29] "Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık, sizi halklar ve kabilelere ayırdık ki birbirinizle tanışasınız. kuşkusuz, Allah nezdinde en değerliniz, en dindar olanınızdır." Hucurât 49/13.

[30] "Ben içinizden gerek erkek (zeker) ve gerek dişi (ünsâ) hiç bir hayr işleyenin işlediğini boşa gidermem,Âl-i İmrân 3/195. Ayrıca bkz. Nisâ 4/11.

[31] Tevbe 9/37 de geçen "en-nesî'" kelimesiyle aynı kökten.

[32] "Allah’ın, bazısını bazısına yetkin kılmasından ve erkeklerin mallarından harcamalarından dolayı, erkekler, kadınlar için yöneticidirler." Nisâ 4/34.

[33] Enes b. Malik'ten, Nesâî, Sünen, İşretu'n-Nisâ, No 3878, 3879. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 11845

[34] Eski Ahit, Süleyman’ın Meselleri, 7/1-5.

[35] " Bir adam kadınla cinsel ilişkide bulunurken menisi akarsa, ikisi de yıkanacak ve akşama kadar kirli sayılacaklardır." Levililer 15/18.

[36] "Kim kadının yatağına dokunursa, giysilerini yıkayacak, yıkanacak, akşama kadar kirli sayılacaktır. Kim kadının üzerine oturduğu herhangi bir şeye dokunursa, o da giysilerini yıkayacak, yıkanacak, akşama kadar kirli sayılacaktır.

" Levililer 15/21-22.

[37] "Rab Musa'ya, «Git, bugün ve yarın halkı arındır» dedi, «Giysilerini yıkasınlar.

Üçüncü güne hazır olsunlar. Çünkü üçüncü gün bütün halkın gözü önünde ben, Rab Sina Dağı'na ineceğim. Dağın çevresine sınır çiz ve halka de ki, ‘Sakın dağa çıkmayın, dağın eteğine de yaklaşmayın! Kim dağa dokunursa, kesinlikle öldürülecektir. Ya taşlanacak, ya da okla vurulacak; ona insan eli değmeyecek. İster hayvan olsun ister insan, yaşamasına izin verilmeyecek.’ Ancak boru uzun uzun çalınınca dağa çıkabilirler.» Sonra Musa dağdan halkın yanına inip onları arındırdı. Herkes giysilerini yıkadı. Musa halka, «Üçüncü güne hazır olun» dedi, «Bu süre içinde cinsel ilişkide bulunmayın.» Çıkış 19/10-15.

[38] " Ey Âdemoğulları! Şeytan, ananızın babanızın bedenlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak Cennet’ten çıkardığı gibi, sakın sizi de aldatmasın. Evet, sizin onları göremediğiniz biçimde, o ve oymağı sizi görürler. Kuşkusuz ki biz, şeytanları, inanmayanların dostları yaptık." A'raf 7/27.

[39] "Oruç gecesi, kadınlarınıza yaklaşmak, size helâl kılındı. Onlar sizin için bir elbise, siz de onlar için bir elbisesiniz. Sizin kendinize hıyanet ettiğinizi Allah bildi de tövbenizi kabul edip sizi bağışladı. Öyleyse, şimdi, onlara yaklaşın ve Allah’ın lehinizde yazdığını arayın. Sizin için şafağın beyaz ipliği, siyah ipliğinden seçilinceye kadar yiyin, için. Sonra, geceye kadar orucu tamamlayın. Mescitlerde ibadete çekildiğiniz zaman da kadınlarınıza yaklaşmayın. Bunlar Allah’ın sınırlarıdır." Bakara 2/187.

[40] " Hac bilinen aylardadır. Kim haccı yerine getirmeye karar verirse? Artık hac esnasında kadına yaklaşmak, günah davranışlarda bulunmak, kavga etmek yoktur." Bakara 2/197.

[41] Bakara 2/224.

[42] Âl-i İmrân 3/14.

[43] Münâfikûn 63/9.

[44] “Onlar öyle kimseler ki Allah’ın zikrinden, Namaz kılmaktan ve zekâtı vermekten ne ticaret ne de alışveriş onları alıkor.” Nûr 24/37.

[45] “İnsanlardan öylesi vardır ki bilgisizce Allah yolundan saptırmak ve onu alaya almak için alıkoyan sözü satın alır.” Lokmân 31/6.

[46] Yalnız burada temas edilmesi gereken önemli bir husus vardır. Kur’ân, hayatı tamamen terk etmeyi salık veren bir ruhbanlık önermemiştir. Kaldı ki bu sayılanların her biri, aynı zamanda bu hayatı yaşamanın zaruretleridir. Öyleyse yukarıda sayılan "lehviyât" ın her biri Kur’ân’ın tamamen terk edilmesini önerdiği şeyler bilinmemelidir. Yüce Kitap her hâlde bunlarda ölçünün kaçırılmasını; çoğaltma yarışını ve onlarla övünmeyi istememektedir. İtidali tavsiye eder. Nitekim bir yandan "bu hayat" tan nasip aramak gerektiğine işaret ederken, (“Ve Allah’ın sana verdiği şeylerde, son yurdu ara, bu dünyadaki nasibini de unutma. Allah’ın sana iyilik yaptığı gibi, sen de iyilik yap.” Kasas 28/77.) diğer yandan onu tümüyle "lehviyat" tan sayar. (“Ve şimdiki hayat, bir oyun ve eğleyiciden başka bir şey değildir.” En’âm 6/32, Ankebût 29/64.)

[47] Vâkıa 56/22-23, Duhân 44/55, Tûr 52/20, Rahmân 55/55-58-72, Saffât 37/48-9.

[48] Tûr 52/20, Duhân 44/54.

[49] Bkz. Zâriyât 51/49.

[50] Şûrâ 42/50.

22 Haziran 2012 Cuma

Maymunlar üzerinde ekonomi oyunları

Some of these microeconomists do not limit their research to the human race.

Keith Chen, the son of Chinese immigrants, is a hyper-verbal, sharp-dressing thirty-three-year-old with spiky hair. After an itinerant upbringing in the rural Midwest, Chen attended Stanford, where after a brief infatuation with Marxism, he made an about-face and took up economics. Now he is an associate professor of economics at Yale.

His research agenda was inspired by something written long ago by Adam Smith, the founder of classical economics: “Nobody ever saw a dog make a fair and deliberate exchange of one bone for another with another dog. Nobody ever saw one animal by its gestures and natural cries signify to another, this is mine, that yours; I am willing to give this for that.”

In other words, Smith was certain that humankind alone had a knack for monetary exchange.

But was he right?

In economics, as in life, you’ll never find the answer to a question unless you’re willing to ask it, as silly as it may seem. Chen’s question was simply this: What would happen if I could teach a bunch of monkeys to use money?

Chen’s monkey of choice was the capuchin, a cute, brown New World monkey about the size of a one-year-old child, or at least a scrawny one-year-old who has a very long tail. “The capuchin has a small brain,” Chen says, “and it’s pretty much focused on food and sex.” (This, we would argue, doesn’t make the capuchin so different from many people we know, but that’s another story.) “You should really think of a capuchin as a bottomless stomach of want. You can feed them marshmallows all day, they’ll throw up, and then come back for more.”

To an economist, this makes the capuchin an excellent research subject.

Chen, along with Venkat Lakshminarayanan, went to work with seven capuchins at a lab set up by the psychologist Laurie Santos at Yale–New Haven Hospital. In the tradition of monkey labs everywhere, the capuchins were given names—in this case, derived from characters in James Bond films. There were four females and three males. The alpha male was named Felix, after the CIA agent Felix Leiter. He was Chen’s favorite.

The monkeys lived together in a large, open cage. Down at one end was a much smaller cage, the testing chamber, where one monkey at a time could enter to take part in experiments. For currency, Chen settled on a one-inch silver disc with a hole in the middle—“kind of like Chinese money,” he says.

The first step was to teach the monkeys that the coins had value. This took some effort. If you give a capuchin a coin, he will sniff it and, after determining he can’t eat it (or have sex with it), he’ll toss it aside. If you repeat this several times, he may start tossing the coins at you, and hard.

So Chen and his colleagues gave the monkey a coin and then showed a treat. Whenever the monkey gave the coin back to the researcher, it got the treat. It took many months, but the monkeys eventually learned that the coins could buy the treats.

It turned out that individual monkeys had strong preferences for different treats. A capuchin would be presented with twelve coins on a tray—his budget constraint—and then be offered, say, Jell-O cubes by one researcher and apple slices by another. The monkey would hand his coins to whichever researcher held the food he preferred, and the researcher would fork over the goodies.

Chen now introduced price shocks and income shocks to the monkeys’ economy. Let’s say Felix’s favorite food was Jell-O, and he was accustomed to getting three cubes of it for one coin. How would he respond if one coin suddenly bought just two cubes? To Chen’s surprise, Felix and the others responded rationally. When the price of a given food rose, the monkeys bought less of it, and when the price fell, they bought more. The most basic law of economics—that the demand curve slopes downward—held for monkeys as well as humans.

Now that he had witnessed their rational behavior, Chen wanted to test the capuchins for irrational behavior. He set up two gambling games. In the first, a capuchin was shown one grape and, dependent on a coin flip, either got only that grape or won a bonus grape as well. In the second game, the capuchin started out seeing two grapes, but if the coin flip went against him, the researchers took away one grape and the monkey got only one.

In both cases, the monkey got the same number of grapes on average. But the first gamble was framed as a potential gain while the second was framed as a potential loss.

How did the capuchins react?

Given that the monkeys aren’t very smart in the first place, you might assume that any gambling strategy was well beyond their capabilities. In that case, you’d expect them to prefer it when a researcher initially offered them two grapes instead of one. But precisely the opposite happened! Once the monkeys figured out that the two-grape researcher sometimes withheld the second grape and that the one-grape researcher sometimes added a bonus grape, the monkeys strongly preferred the one-grape researcher. A rational monkey wouldn’t have cared, but these irrational monkeys suffered from what psychologists call “loss aversion.” They behaved as if the pain from losing a grape was greater than the pleasure from gaining one.

Up to now, the monkeys appeared to be as rational as humans in their use of money. But surely this last experiment showed the vast gulf that lay between monkey and man.

Or did it?

The fact is that similar experiments with human beings—day traders, for instance—had found that people make the same kind of irrational decisions at a nearly identical rate. The data generated by the capuchin monkeys, Chen says, “make them statistically indistinguishable from most stock-market investors.”

So the parallels between human beings and these tiny-brained, food-and-sex monkeys remained intact. And then, as if Chen needed any further evidence of these parallels, the strangest thing happened in the lab.

Felix scurried into the testing chamber, just as he’d done countless times before, but on this day, for reasons Chen could never understand, Felix did not gather up the twelve coins on the tray and use them to buy food. Instead, he flung the entire tray’s worth of coins back into the communal cage and, fleeing the testing chamber, dashed in after them—a bank heist followed by a jailbreak.

There was chaos in the big cage, with twelve coins on the floor and seven monkeys going after them. When Chen and the other researchers went inside to get the coins, the monkeys wouldn’t give them up. After all, they had learned that the coins had value. So the humans resorted to bribing the capuchins with treats. This taught the monkeys another valuable lesson: crime pays.

Then, out of the corner of his eye, Chen saw something remarkable. One monkey, rather than handing his coin over to the humans for a grape or a slice of apple, instead approached a second monkey and gave it to her. Chen had done earlier research in which monkeys were found to be altruistic. Had he just witnessed an unprompted act of monkey altruism?

After a few seconds of grooming—bam!—the two capuchins were having sex. What Chen had seen wasn’t altruism at all, but rather the first instance of monkey prostitution in the recorded history of science.

And then, just to prove how thoroughly the monkeys had assimilated the concept of money, as soon as the sex was over—it lasted about eight seconds; they’re monkeys, after all—the capuchin who’d received the coin promptly brought it over to Chen to purchase some grapes.

Superfreakonomics,

9 Haziran 2012 Cumartesi

The fight against cancer and effectiveness of chemotherapy

Most people want to fend off death no matter the cost. More than $40 billion is spent worldwide each year on cancer drugs. In the United States, they constitute the second-largest category of pharmaceutical sales, after heart drugs, and are growing twice as fast as the rest of the market. The bulk of this spending goes to chemotherapy, which is used in a variety of ways and has proven effective on some cancers, including leukemia, lymphoma, Hodgkin’s disease, and testicular cancer, especially if these cancers are detected early. 

But in most other cases, chemotherapy is remarkably ineffective. An exhaustive analysis of cancer treatment in the United States and Australia showed that the five-year survival rate for all patients was about 63 percent but that chemotherapy contributed barely 2 percent to this result. There is a long list of cancers for which chemotherapy had zero discernible effect, including multiple myeloma, soft-tissue sarcoma, melanoma of the skin, and cancers of the pancreas, uterus, prostate, bladder, and kidney. Consider lung cancer, by far the most prevalent fatal cancer, killing more than 150,000 people a year in the United States. 

A typical chemotherapy regime for non-small-cell lung cancer costs more than $40,000 but helps extend a patient’s life by an average of just two months. Thomas J. Smith, a highly regarded oncology researcher and clinician at Virginia Commonwealth University, examined a promising new chemotherapy treatment for metastasized breast cancer and found that each additional year of healthy life gained from it costs $360,000—if such a gain could actually be had. Unfortunately, it couldn’t: the new treatment typically extended a patient’s life by less than two months. Costs like these put a tremendous strain on the entire health-care system. 

Smith points out that cancer patients make up 20 percent of Medicare cases but consume 40 percent of the Medicare drug budget. Some oncologists argue that the benefits of chemotherapy aren’t necessarily captured in the mortality data, and that while chemotherapy may not help nine out of ten patients, it may do wonders for the tenth. Still, considering its expense, its frequent lack of efficacy, and its toxicity—nearly 30 percent of the lung-cancer patients on one protocol stopped treatment rather than live with its brutal side effects—why is chemotherapy so widely administered? The profit motive is certainly a factor. 

Doctors are, after all, human beings who respond to incentives. Oncologists are among the highest-paid doctors, their salaries increasing faster than any other specialists’, and they typically derive more than half of their income from selling and administering chemotherapy drugs. Chemotherapy can also help oncologists inflate their survival-rate data. It may not seem all that valuable to give a late-stage victim of lung cancer an extra two months to live, but perhaps the patient was only expected to live four months anyway. On paper, this will look like an impressive feat: the doctor extended the patient’s remaining life by 50 percent. Tom Smith doesn’t discount either of these reasons, but he provides two more. It is tempting, he says, for oncologists to overstate—or perhaps over-believe in—the efficacy of chemotherapy. “If your slogan is ‘We’re winning the war on cancer,’ that gets you press and charitable donations and money from Congress,” he says. “If your slogan is ‘We’re still getting our butts kicked by cancer but not as bad as we used to,’ that’s a different sell. 

The reality is that for most people with solid tumors—brain, breast, prostate, lung—we aren’t getting our butts kicked as badly, but we haven’t made much progress.” There’s also the fact that oncologists are, once again, human beings who have to tell other human beings they are dying and that, sadly, there isn’t much to be done about it. “Doctors like me find it incredibly hard to tell people the very bad news,” Smith says, “and how ineffective our medicines sometimes are.” If this task is so hard for doctors, surely it must also be hard for the politicians and insurance executives who subsidize the widespread use of chemotherapy. 

Despite the mountain of negative evidence, chemotherapy seems to afford cancer patients their last, best hope to nurse what Smith calls “the deep and abiding desire not to be dead.” Still, it is easy to envision a point in the future, perhaps fifty years from now, when we collectively look back at the early twenty-first century’s cutting-edge cancer treatments and say: We were giving our patients what? The age-adjusted mortality rate for cancer is essentially unchanged over the past half-century, at about 200 deaths per 100,000 people. 

This is despite President Nixon’s declaration of a “war on cancer” more than thirty years ago, which led to a dramatic increase in funding and public awareness. Believe it or not, this flat mortality rate actually hides some good news. Over the same period, age-adjusted mortality from cardiovascular disease has plummeted, from nearly 600 people per 100,000 to well beneath 300. What does this mean? Many people who in previous generations would have died from heart disease are now living long enough to die from cancer instead.

Indeed, nearly 90 percent of newly diagnosed lung-cancer victims are fifty-five or older; the median age is seventy-one. The flat cancer death rate obscures another hopeful trend. For people twenty and younger, mortality has fallen by more than 50 percent, while people aged twenty to forty have seen a decline of 20 percent. These gains are real and heartening—all the more so because the incidence of cancer among those age groups has been increasing. (The reasons for this increase aren’t yet clear, but among the suspects are diet, behaviors, and environmental factors.)

3 Haziran 2012 Pazar

Ammonium nitrate

By 1850, worldwide population had grown to 1.3 billion; by 1900, 1.7 billion; by 1950, 2.6 billion. And then things really took off. Over the next fifty years, the population more than doubled, reaching well beyond 6 billion. If you had to pick a single silver bullet that allowed this surge, it would be ammonium nitrate, an astonishingly cheap and effective crop fertilizer. It wouldn’t be much of an overstatement to say that ammonium nitrate feeds the world. If it disappeared overnight, says the agricultural economist Will Masters, "most people’s diets would revert to heaps of cereal grains and root crops, with animal products and fruits only."

Food production per capita

In late eighteenth-century America, “it took 19 out of 20 workers to feed the country’s inhabitants and provide a surplus for export,” wrote the economist Milton Friedman. Two hundred years later, only 1 of 20 American workers was needed to feed a far larger population while also making the United States “the largest single exporter of food in the world.”

23 Mayıs 2012 Çarşamba

The beauty of terrorism

The beauty of terrorism—if you’re a terrorist—is that you can succeed even by failing. We perform this shoe routine thanks to a bumbling British national named Richard Reid, who, even though he couldn’t ignite his shoe bomb, exacted a huge price. Let’s say it takes an average of one minute to remove and replace your shoes in the airport security line. In the United States alone, this procedure happens roughly 560 million times per year. Five hundred and sixty million minutes equals more than 1,065 years—which, divided by 77.8 years (the average U.S. life expectancy at birth), yields a total of nearly 14 person-lives. So even though Richard Reid failed to kill a single person, he levied a tax that is the time equivalent of 14 lives per year.

22 Mayıs 2012 Salı

If you can pronounce correctly every word in this poem, you will be speaking English better than 90% of the native English speakers in the world.


Dearest creature in creation,
Study English pronunciation.
I will teach you in my verse
Sounds like corpse, corps, horse, and worse.
I will keep you, Suzy, busy,
Make your head with heat grow dizzy.
Tear in eye, your dress will tear.
So shall I! Oh hear my prayer.
Just compare heart, beard, and heard,
Dies and diet, lord and word,
Sword and sward, retain and Britain.
(Mind the latter, how it’s written.)
Now I surely will not plague you
With such words as plaque and ague.
But be careful how you speak:
Say break and steak, but bleak and streak;
Cloven, oven, how and low,
Script, receipt, show, poem, and toe.
Hear me say, devoid of trickery,
Daughter, laughter, and Terpsichore,
Typhoid, measles, topsails, aisles,
Exiles, similes, and reviles;
Scholar, vicar, and cigar,
Solar, mica, war and far;
One, anemone, Balmoral,
Kitchen, lichen, laundry, laurel;
Gertrude, German, wind and mind,
Scene, Melpomene, mankind.
Billet does not rhyme with ballet,
Bouquet, wallet, mallet, chalet.
Blood and flood are not like food,
Nor is mould like should and would.
Viscous, viscount, load and broad,
Toward, to forward, to reward.
And your pronunciation’s OK
When you correctly say croquet,
Rounded, wounded, grieve and sieve,
Friend and fiend, alive and live.
Ivy, privy, famous; clamour
And enamour rhyme with hammer.
River, rival, tomb, bomb, comb,
Doll and roll and some and home.
Stranger does not rhyme with anger,
Neither does devour with clangour.
Souls but foul, haunt but aunt,
Font, front, wont, want, grand, and grant,
Shoes, goes, does. Now first say finger,
And then singer, ginger, linger,
Real, zeal, mauve, gauze, gouge and gauge,
Marriage, foliage, mirage, and age.
Query does not rhyme with very,
Nor does fury sound like bury.
Dost, lost, post and doth, cloth, loth.
Job, nob, bosom, transom, oath.
Though the differences seem little,
We say actual but victual.
Refer does not rhyme with deafer.
Foeffer does, and zephyr, heifer.
Mint, pint, senate and sedate;
Dull, bull, and George ate late.
Scenic, Arabic, Pacific,
Science, conscience, scientific.
Liberty, library, heave and heaven,
Rachel, ache, moustache, eleven.
We say hallowed, but allowed,
People, leopard, towed, but vowed.
Mark the differences, moreover,
Between mover, cover, clover;
Leeches, breeches, wise, precise,
Chalice, but police and lice;
Camel, constable, unstable,
Principle, disciple, label.
Petal, panel, and canal,
Wait, surprise, plait, promise, pal.
Worm and storm, chaise, chaos, chair,
Senator, spectator, mayor.
Tour, but our and succour, four.
Gas, alas, and Arkansas.
Sea, idea, Korea, area,
Psalm, Maria, but malaria.
Youth, south, southern, cleanse and clean.
Doctrine, turpentine, marine.
Compare alien with Italian,
Dandelion and battalion.
Sally with ally, yea, ye,
Eye, I, ay, aye, whey, and key.
Say aver, but ever, fever,
Neither, leisure, skein, deceiver.
Heron, granary, canary.
Crevice and device and aerie.
Face, but preface, not efface.
Phlegm, phlegmatic, ass, glass, bass.
Large, but target, gin, give, verging,
Ought, out, joust and scour, scourging.
Ear, but earn and wear and tear
Do not rhyme with here but ere.
Seven is right, but so is even,
Hyphen, roughen, nephew Stephen,
Monkey, donkey, Turk and jerk,
Ask, grasp, wasp, and cork and work.
Pronunciation (think of Psyche!)
Is a paling stout and spikey?
Won’t it make you lose your wits,
Writing groats and saying grits?
It’s a dark abyss or tunnel:
Strewn with stones, stowed, solace, gunwale,
Islington and Isle of Wight,
Housewife, verdict and indict.
Finally, which rhymes with enough,
Though, through, plough, or dough, or cough?
Hiccough has the sound of cup.
My advice is to give up!!!

13 Mayıs 2012 Pazar

Dua

Dua, olabildiğince özündekileri açığa çıkarmak amacına dönüktür. Aklı olan, ilmi olsun veya olmasın duaya çok çok devam eder... 

Bu yazdığımı çok iyi anlamaya çalışın... Dua, yeni tecellilerin açığa çıkması mekanizmasına dönük olarak faaliyet gösterir. Duada yaratış sırrı gizlidir!. Hangi mertebede olursa olsun, duadan geri kalan, çok fazla şeyden mahrum kalır!.. 

Dua, insana verilmiş, yaratma sırrıdır... İnsan, dua ettikçe, Allah onunla yaratır!.. Duadan mahrum kalan, yaratılış kemâlâtının sırlarını açığa çıkartmaktan mahrum kalmış olandır. DUA, insana bahşedilmiş en mükemmel güç olarak tanımlanabilir. 

Dua, diyebilirim ki, kerâmettir!. 

Ahmed Hulûsi

11 Nisan 2012 Çarşamba

Time Span

Bryson abimize de (ve komşulara karşı) çok ayıp oldu ama bunu da paylaşmazsam olacak gibi değil hakikaten:

"If you imagine the 4,500-billion-odd years of Earth’s history compressed into a normal earthly day, then life begins very early, about 4A.M., with the rise of the first simple, single-celled organisms, but then advances no further for the next sixteen hours. Not until almost 8:30 in the evening, with the day five-sixths over, has Earth anything to show the universe but a restless skin of microbes.

Then, finally, the first sea plants appear, followed twenty minutes later by the first jellyfish and the enigmatic Ediacaran fauna first seen by Reginald Sprigg in Australia. At 9:04P.M.trilobites swim onto the scene, followed more or less immediately by the shapely creatures of the Burgess Shale. Just before 10P.M.plants begin to pop up on the land. Soon after, with less than two hours left in the day, the first land creatures follow.

Thanks to ten minutes or so of balmy weather, by 10:24 the Earth is covered in the great carboniferous forests whose residues give us all our coal, and the first winged insects are evident. Dinosaurs plod onto the scene just before 11P.M.and hold sway for about three-quarters of an hour. At twenty-one minutes to midnight they vanish and the age of mammals begins. Humans emerge one minute and seventeen seconds before midnight. The whole of our recorded history, on this scale, would be no more than a few seconds, a single human lifetime barely an instant."

21 Mart 2012 Çarşamba

Life

Aşağıda, Bill Bryson'ın A Short History of Nearly Everything adlı kitabından hayatın başlangıcına dair girizgahı paylaşıyorum.

"In 1953, Stanley Miller, a graduate student at the University of Chicago, took two flasks—one containing a little water to represent a primeval ocean, the other holding a mixture of methane, ammonia, and hydrogen sulphide gases to represent Earth’s early atmosphere—connected them with rubber tubes, and introduced some electrical sparks as a stand-in for lightning. After a few days, the water in the flasks had turned green and yellow in a hearty broth of amino acids, fatty acids, sugars, and other organic compounds. “If God didn’t do it this way,” observed Miller’s delighted supervisor, the Nobel laureate Harold Urey, “He missed a good bet.”

Press reports of the time made it sound as if about all that was needed now was for somebody to give the whole a good shake and life would crawl out. As time has shown, it wasn’t nearly so simple. Despite half a century of further study, we are no nearer to synthesizing life today than we were in 1953 and much further away from thinking we can. Scientists are now pretty certain that the early atmosphere was nothing like as primed for development as Miller and Urey’s gaseous stew, but rather was a much less reactive blend of nitrogen and carbon dioxide. Repeating Miller’s experiments with these more challenging inputs has so far produced only one fairly primitive amino acid. At all events, creating amino acids is not really the problem. The problem is proteins.

Proteins are what you get when you string amino acids together, and we need a lot of them. No one really knows, but there may be as many as a million types of protein in the human body, and each one is a little miracle. By all the laws of probability proteins shouldn’t exist. To make a protein you need to assemble amino acids (which I am obliged by long tradition to refer to here as “the building blocks of life”) in a particular order, in much the same way that you assemble letters in a particular order to spell a word. The problem is that words in the amino acid alphabet are often exceedingly long. To spellcollagen, the name of a common type of protein, you need to arrange eight letters in the right order. But tomake collagen, you need to arrange 1,055 amino acids in precisely the right sequence. But—and here’s an obvious but crucial point—you don’tmake it. It makes itself, spontaneously, without direction, and this is where the unlikelihoods come in.

The chances of a 1,055-sequence molecule like collagen spontaneously self-assembling are, frankly, nil. It just isn’t going to happen. To grasp what a long shot its existence is, visualize a standard Las Vegas slot machine but broadened greatly—to about ninety feet, to be precise—to accommodate 1,055 spinning wheels instead of the usual three or four, and with twenty symbols on each wheel (one for each common amino acid).[35]How long would you have to pull the handle before all 1,055 symbols came up in the right order? Effectively forever. Even if you reduced the number of spinning wheels to two hundred, which is actually a more typical number of amino acids for a protein, the odds against all two hundred coming up in a prescribed sequence are 1 in 10260(that is a 1 followed by 260 zeroes). That in itself is a larger number than all the atoms in the universe.

Proteins, in short, are complex entities. Hemoglobin is only 146 amino acids long, a runt by protein standards, yjet even it offers 10190possible amino acid combinations, which is why it took the Cambridge University chemist Max Perutz twenty-three years—a career, more or less—to unravel it. For random events to produce even a single protein would seem a stunning improbability—like a whirlwind spinning through a junkyard and leaving behind a fully assembled jumbo jet, in the colorful simile of the astronomer Fred Hoyle.

Yet we are talking about several hundred thousand types of protein, perhaps a million, each unique and each, as far as we know, vital to the maintenance of a sound and happy you. And it goes on from there. A protein to be of use must not only assemble amino acids in the right sequence, but then must engage in a kind of chemical origami and fold itself into a very specific shape. Even having achieved this structural complexity, a protein is no good to you if it can’t reproduce itself, and proteins can’t. For this you need DNA. DNA is a whiz at replicating—it can make a copy of itself in seconds—but can do virtually nothing else. So we have a paradoxical situation. Proteins can’t exist without DNA, and DNA has no purpose without proteins. Are we to assume then that they arose simultaneously with the purpose of supporting each other? 

If so: wow."

Einstein'dan bir söz ile de kapayalım: 

“There are only two ways to live your life. One is as though nothing is a miracle. The other is as though everything is a miracle.”

----------

Yukarıdaki yazıyı elimden geldiğince Türkçe'ye çevirdim.


1953 yılında, Stanley Miller adında bir yüksek lisans öğrencisi University of Chicago’da eline iki deney tüpü aldı ve birine, ilkel dönemlerdeki okyanusları temsilen birazcık su, diğerine ise ilkel atmosferi temsilen metan, amonyak, hidrojen sülfür gazlarını koyup, iki tüpü birbirine lastik borular ile bağladı. Ardından, yeryüzüne düşen yıldırımları temsilen bu karışıma elektrik akımı uyguladı. Bir kaç gün sonra, tüplerdeki su, yeşil ve sarı renge bürünüp amino asitler, yağ asitleri, şeker ve diğer organik bileşenleri içeren bir çorbaya dönüştü. Bu olayın ardından Miller’ın hocası, - nobel ödüllü - Harold Urey, bu başarı karşısında kendinden geçerek, “Eğer tanrı bu işi bu şekilde yapmadıysa büyük fırsatı tepmiş.” diyecekti. 

Dönemin basınında çıkan haberler olayı, sanki tek eksiğin tüpleri "şöyle iyice bir çalkalamak" olduğu, hemen ardından hayatın – canlı organizmaların – ortaya çıkacağı gibi lanse ettiler. Ancak geçen zamanın bize gösterdiği gibi mesele o kadar da basit değildi. Bu deneyin üstünden geçen yarım yüzyıllık araştırmanın ardından bugün, hayatı sentezlemeye 1953 yılındakinden daha yakın değiliz. Hatta bunu yapabileceğimizi düşünmekten daha da uzağız. Biliminsanları bugün, ilkel çağlardaki atmosferin 1953 yılındaki deneyde varsayılan gaz çorbasından tamamen farklı olduğu noktasında eminler. İlkel çağlardaki atmosfer daha çok, reaktif azot ve karbondioksit gazlarından oluşmaktaydı. Miller’ın deneyini bu yeni zorlayıcı koşullarda tekrar etmek şimdiye kadar sadece bir ilkel amino asit oluşturmamıza vesile oldu. Her halükarda, amino asitleri yaratmak da asıl problem değil zaten. Asıl problem proteinler. 

Basit tabirle protein için, amino asitleri arka arkaya dizince elde ettiğimiz madde diyebiliriz. Ancak, arka arkaya dizmemiz gereken amino asit sayısı oldukça fazla... Hiç kimse kesin olarak bilmiyor lakin, insan vücudunda 1 milyon farklı tip proteion olduğu düşünülüyor ve her biri başlı başına küçük bir mucize. Tüm olasık hesaplamalarına göre, proteinler asla var olmamalı... Bir protein oluşturmak için - tıpkı bir kelime yazarken harfleri belirli bir sıra ile yerleştirdiğimiz gibi - amino asitleri de belirli bir düzen ve sıra ile birleştirmemiz gerekli. (Burda, geleneksel “hayatın yapı taşları” tabirini kullanmak zorundayım.) Problem şu ki, amino asit alfabesindeki kelimeler aşırı derecede uzun. Kolajen yazmak için – çok tipik rastlanan bir protein – 7 harfi doğru sıra ile yerleştirmemiz gerekirken kolajeni yapmak için, 1.055 amino asiti kati doğru suretle yerleştirmek zorundayız. Fakat – bir de çok açık ve can alıcı nokta var ki – kolajeni biz yapmıyoruz, onun kendi kendini – durduk yere – anlık şekilde – her hangi bir irade olmadan – yaptığını varsayıyoruz. İşte olasılık hesaplarının dışına çıktığımız nokta da tam olarak burası. 

Kolajen gibi 1.055 sıralı bir molekülün durduk yere – ansızın kendi kendini oluşturma ihtimali – açıkçası – sıfır. Böyle bir şeyin olma ihtimali “YOK”. Bunun ne denli zorlu bir iş olduğunu anlamak için Las Vegas vari şu kollu kumar makinelerinden birini hayal edin. Lakin muazzam şekilde genişlemiş bir makine, öyle ki, tam olarak 27 metre genişliğinde ve standart olan 3-4 tane dönen çark yerine her birinde 20 tane sembol olan (20 temel amino asiti temsil etmek üzere) yan yana 1.055 çarkın dizildiğini düşünün. 1.055 sembolün doğru şekilde gelmesi için kolu ne kadar çekmeniz gerekirdi? Efektif şekilde: Sonsuza değin. Dönen çarkların sayısını 200’e düşürdüğünüz takdirde dahi, - tipik bir protein için daha makul bir amino asit sayısı olarak kabul edebiliriz – 200 çarkın da istediğimiz sırayla gelme ihtimali 10^-260 (10 üzeri eksi 260) veya (1 bölü 10 üzeri 260) Bu, 1 rakamını takip eden arka arkaya 260 sıfır demek. Bu başlı başına kainattaki tüm atomlardan daha büyük bir sayı. 

Proteinler, kısaca, çok karmaşık yapı taşları. Hemoglobin mesela, (kanda oksijen ve karbondioksiti taşıyan madde) sadece 146 amino asit uzunluğunda – protein standartlarına göre bücür bi şey – buna rağmen onu elde ihtimali dahi 10^-190 olarak hesaplanıyor ki, (1 bölü 10 üzeri 190) (1’i takiben arka arkaya 190 sıfır) bunu ortaya çıkarmak bu yüzden Cambridge Universitesi kimyageri Max Perutz’un 23 yılını – aşağı yukarı tüm kariyeri – aldı. Rastgele olaylarla bir protein üretmek hayret verici şekilde olasılık dışı olarak duruyor. Astronom Fred Hoyle’un müstehzi bir gülümseme ile ifade ettiği gibi, "Sanki bir hurdalıkta çıkan bir hortumun ardında gıcır gıcır bir jumbo jet bırakıp ayrılması gibi." 

Ve lakin biz, bir kaç yüz bin proteinden bahsetmekteyiz, belki de bir milyon, her biri kendine özgü ve her biri sağlıklı ve neşeli bir “siz” oluşumunda can alıcı bir öneme haiz. Ve burda da bitmiyor... Proteinin işe yarar hale gelmesi için sadece doğru sıralanması da yetmiyor, bir tür kimyasal origami işlemlerinden geçip kendini doğru şekli oluşturcak şekilde katlaması da lazım. Bu karmaşık yapıya ulaştığında dahi bile bir protein kendini üretip çoğalamazsa size hiç bir fayda sağlayamaz – ve proteinler kendini çoğaltamaz. Bunun için DNA’ya ihtiyaç var. DNA, kendini kopyalama hususunda çok becerikli, bi kaç saniye içinde kendini kopyalabiliyor – ama bunun dışında neredeyse başka hiç bir şey yapamıyor. Yani, elimizde paradoksal bir durum söz konusu. Proteinler DNA olmadan var olamıyor ve DNA’nın da protein olmadan bir anlamı yok. O zaman bu ikisinin tam olarak aynı anda birbirini destekleme amacıyla ortaya çıktığını mı varsayacağız? 

Eğer öyleyse: WOW. 

Einstein’dan bir söz ile kapayalım: “Hayatı yaşamanın yalnızca iki yolu var. Birincisi, sanki mucize diye bir şey yokmuş gibi. İkincisi ise sanki her şey birer mucizeymiş gibi."

13 Mart 2012 Salı

La İlahe İllallah Hükmüyle İlgili Beş Makam Vardır

Bu konuyla ilgili beş makam vardır:

1. La ilahe illallah (Allah'tan başka ilah yoktur.)
2. La huve illa hu (O'ndan başka O yoktur.)
3. La ente illa ente (Sen'den başka Sen yoktur.)
4. La ene illa ene (Ben'den başka Ben yoktur.)
5. Kullu şey’in hâlikun illâ veche Hu (O'nun zatından başka her şey helak olur.)

Birincisinde, O'nun ilahlığı ispatlanıyor ve O'ndan başkasından ise nefyediliyor.

İkincisinde, O'nun hüviyeti ispat ediliyor, yani varlığı ispat ediliyor ve O'ndan başkasından nefyediliyor.

Üçüncüsünde, O'nun müşahade edilişi ispat ediliyor ve O'ndan başkasından nefyediliyor.

Dördüncüsü ise, müşahedeye göre daha yakındır. Çünkü müşahede ikiliğin ispatını da içerir. Ama bu ittihattır ki Hallac (r.a.) "Ben arzu etiğimim, arzu ettiğim benim." ifadesiyle işaret etmiştir. Şu halde nefis kadehi ne zaman celal sahibinin ünsiyet meclisinde, cemale şahit olan sakinin eliyle, sırf zuhur kıvılcımlarıyla dolarsa veya şua ve nur saflığına karışırsa "Rableri onlara tertemiz bir içki içirir." (İnsan, 21) - "Güçlü ve Yüce Allah'ın huzurunda hak meclisinde." (Kamer, 55) şeklinde bize bir hak vaat olarak söz verildiği letafet, hafiflik, temizlik ve iffet mahiyetli olmak üzere kendinden geçer, uçar gibi olur, coşar, döner ve hayatın hazzına varır ki hiç bir hayat, hiçbir lezzet, hiç bir sevinç ve güzellik, onunla mukayese edilmez. İşte bu ceberut yüceliğinden, parkalığından yansıyan nurlar nefsin ruhudur. Ruh, nefse aktığında nefis şevkle, aşkla uçuverir. Coşku bulma taşkınlığıyla sarhoşlar gibi "subhani ma a'zema şa'ni" (kendimi tenzih ederim, şanım ne yücedir) "ene'l hak ve la gayri" (hak benim, benden başkası yoktur) sözlerini terennüm eder.

Beşincisinde, celalinin hüviyeti ispat, uluhiyetinin kemali tahkik ediliyor ve nefiy ya da ispat şeklinde de ondan başkasına iltifat edilmiyor. Bilakis başkasının kendisine ve kendisinde fena bulmasından müstağni kılınıyor. O'ndan başkası görülmüyor, O'ndan başkası müşahede edilmiyor. Hiç bir şeye muhtaç olmayan O'ndan söz ediliyor. Makamların en yücesi, en üstünü budur. O'ndan sonra herhangi bir salikin izleyeceği bir yol, herhangi bir malikin sahip olacağı bir mülk yoktur. Tam bu esnada melekutun cebbarı, ceberutun kahharı şöyle der: "Bugün hükümranlık kimindir? Kahhar olan Tek Allah'ındır." (Mümin, 16)

Muhyiddin ibn Arabi (a.s.) - El-Bulga fil Hikmeh (Hikmette Son Nokta) 

11 Mart 2012 Pazar

"Varlıkta Hak ve Tek olan Allah'tan başka bir şey yoktur."

"Selef kuşağının faziletlilerinden, sonraki kuşakların büyüklerinden nakledilen meşhur bir sözdür: "Varlıkta Hak ve Tek olan Allah'tan başka bir şey yoktur." Arada bir fark fazlalığı olsa da halkın dilinde tekrarlanan "La ilahe illallah" sözünün anlamı budur. Fark şu ki: İkincisinde ilahlık sıfatı, Allah'tan başkasından nefyediliyor, bununla beraber sözlü olarak değilse de mefhum olarak başkasının varlığının caizliği gibi bir anlam da seziliyor.

Birincisinde ise, sözlü olarak O'ndan başkasından varlık tümüyle nefyediliyor. Varlığın nefyi sıfatların nefiyini de kapsar, ama sıfatların nefyi varlığın nefyini kapsamaz. Hiç kuşkusuz birincisi tevhid anlamı itibariyle daha vurgulu ve havasın şehadetini tahkik etme manasına daha nüfuz edicidir."

Muhyiddin ibn Arabi (a.s.)

9 Mart 2012 Cuma

Menzilleri kat etmekten maksat vuslata ermektir

Menzilleri kat etmekten maksat vuslata ermektir. Şayet menzilleri kat etmeksizin vuslata ermek imkanı doğuyorsa, buna rağmen menzilleri kat etmeye çalışmak oyalayıcı, geciktirici bir eylem, faydasız bir uğraş, daha doğrusu şirk ve şüphe mahiyetinde bir tavırdır.

Muhyiddin ibn Arabi (a.s.)

Android için Blogger Uygulaması

Google, Türkiye ile arasındaki anlaşmazlıklardan dolayı Blogger uygulamasını Türkiye sınırları içinde yüklememize izin vermiyor. İlk başta bu durum çok canımı sıkmıştı ancak bu dünyanın sonu değil. Bu adresten uygulamayı indirip cep telefonuna kurabiliyoruz, tıkır tıkır da çalışıyor.

7 Mart 2012 Çarşamba

Memories

You know it's funny what a young man recollects. Cause I don't remember being born and I don't remember when I went on my first outdoor picnic.

But I do remember the first time I heard the sweetest voice in the wide world.

I had never seen anything so beautiful in my life.

She was like an angel.